Author: Mine
•16.2.08

14 Şubat'ta Sevgililer Günü kutlandı. Biraz geç olsa da, son yıllarda izlediğim en iyi aşk filmlerinden 'Pride and Prejudice' filminden fragmanların yer aldığı bu videoyu ekledim. Jane Austen'in kitabından uyarlanmış olan bu filmin 2005 yılı yapımı olanında, Keira Knightley ve Matthew Macfadyen başrollerdeydi. Dinlediğiniz şarkıyı seslendiren ise Josh Groban.

Author: Mine
•23.1.08

Brokeback Mountain filmini izleyeli epey oldu. 2005 yılıydı sanırım, gazetelerde eşcinsel iki kovboyun aşkı diye haber olmuştu.
Ang Lee'nin yönettiği bu filmde hiçbir abartı yoktu. Sadeliği en güzel yanıydı bence. İçimden, hayallerindeki çiftliği alıp, mutlu mesut bir arada yaşasınlar diye geçirdim ama sonu böyle bitmedi tabi…

Bugün sabah internete girdiğimde, Brokeback Mountain’in başrol oyuncusu, 28 yaşındaki Heath Ledger’in ölüm haberini okuyunca çok üzüldüm. Hem genç olması hem de muhtemelen uyuşturucunun sebep olması, bence çok trajik.
Author: Mine
•22.1.08

Sinemalarda bu hafta gösterime giren bu filmin yönetmeni Ridley Scott. Başrollerde ise Denzel Washington ve Russell Crowe var.
Ridley Scott, Yaratık'tan (Alien) Hannibal'e, Gladiator'den Kingdom of Heaven'e kadar bir çok iyi yapımda yer almış bir yönetmen.
Denzel Washington, Training Day adlı fimde en iyi erkek oyuncu Oscar'ını almış bir oyuncu.
Russell Crowe ise Gladiator'le gönüllere taht kurmuş ve de oscarı kapmıştı. Bunun dışında Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) fimindeki performansına hayran olmuştum. Bence asosyal kişiliğe sahip karekterleri iyi yorumluyor.
Gelelim filmimize...
Konusu:Frank Lucas (Denzel Washington) geçimini Harlem’in önde gelen gangsterlerinden birisinin şoförlüğünü yaparak kazanmaktadır. Patronu öldükten sonra pratik zekasını ve katı iş ahlakı kodlarını kullanarak hızla yükselir ve New York’un en güçlü mafya patronlarından birisi haline gelir. Bu arada Richie Roberts (Russell Crowe) adlı deneyimli bir polis, kentteki organize suç örgütlerinin tepe noktasında bir değişim olduğunu sezinlemiş, Lucas’ı adaletin karşısına getirmenin yollarını aramaya başlamıştır.
Konusunu okuyunca, sıradan bir ganster filmi gibi gelebilir ama değil. Özeleştirinin yüksek olduğu bir film. Gerçek yaşam öyküsü olması, daha çekici hale getiriyor. Detayları ve Denzel Wastington'un iyi oyunu, filmi çok uzun olmasına rağmen sıkmadan izlettiriyor.
Filmin süresi, 157 dk diye yazılı ama daha uzun. Biz sinemada yaklaşık 3,5 saat kaldık. Biraz geç başladı, 1,5 saat kadar sonra ara verildi, ara biraz uzun tutuldu. Dolayısıyla, bu filme gidecek olanların aklında bulunsun.
Güzel bir film, tavsiye ederim.
Author: Mine
•25.10.07

Uzun zamandır sinemaya gidemiyorum. Ben de bu gece oturup The Illusionist 'in DVD'sini izledim.
Konusu;1900'lerin başında, marangoz bir ailenin oğlu olan Eisenheim (Edward Norton), aristokrat bir ailenin kızı Sophia'ya (Jessica Biel) aşık olur; ancak sosyal konumları nedeniyle ilişkilerinin yasaklanması sonucu Avusturya'yı terk ederek dünyayı keşfe çıkar. Eisenheim15 yıl sonra ünlü bir illüzyonist olarak isim yapmıştır; ülkesine döndüğünde eski sevgilisi Sophie Avusturya-Macaristan veliaht prensi Leopold (Rufus Sewell) ile nişanlanmak üzeredir ve olaylar gelişir...Prens Leopold, Eisenheim'in peşine polis şefini (Paul Giamatti) takar. Bence filmdeki en iyi permormansta Paul Giamatti'ye ait.
Ben filmi beğendim. Edward Norton'u oldum olası severim zaten. Filmin sonu birçok izleyiciyi şaşırtmamış ama beni şaşırttı ve mutlu etti.
İllüzyon sadece sahnede değil, hayatımızda da var. İllüzyonistlerde...
Author: Mine
•23.4.07

www.beyazperde.com 7,7 puan vermiş. Oyuncular da bildik, tanıdık,sevdiğimiz ve de iyi dediklerimizden olunca, bize de gidip izlemek düştü. Ama hiçbirşey sonunda yaşadığımız hayal kırıklığına engel olmadı :(
Sonuç mu; Kusursuz yabancı var mı bilmem ama kusursuz cinayet yokmuş ve ben bu filmi beğenmedim!
Beğenmeme nedenlerimi anlatsam filmi anlatmış olacağım, o yüzden yazmadım.
Author: Mine
•26.3.07

Zülfü Livaneli'nin kitabından uyarlanan Mutluluk, güzel bir film. Başlıca konusu; namus temizleme adına töre cinayetine mahkum edilen masum bir kızın öyküsü. Kitapta, tüm karekterler daha detaylı anlatılmış.Filmde ise zaman sınırlı olduğu için, biraz yüzeysel kalmış.
Bu filmi izleyince aklıma birçok soru geldi; Kim namuslu, kim namussuz? Masumiyet nedir? Cinayetle namus temizlenir mi? Genç kızları töreye kurban etmek, asıl suçlunun kim olduğunu örtbas etmek amaçlı mı?
Ve en önemlisi, 21.yy.'da ülkemde, 'Töre' diye bir kavram NEDEN var?
Author: Mine
•16.2.07



Optimum Outlet Center bildiğiniz gibi Türkiye'nin en büyük outlet alışveriş merkezidir.Dün gece ilk kez orada sinemaya gittim. 14 sinema salonu, 3 katlı ek bir bölümde toplanmış. Alışık olduğumuz kalabalık ve mükemmel hizmet henüz yok. Mesela WC'leri ve çıkışı gösteren tabelalar asılmamış, ayrıca mısır almak için 3. kattan 1. kata inmek zorunda kalınıyor. Çünkü büfe, sadece 1.katta var ve mısırda hazır ambalajlarda satılıyor, kendileri hazırlamıyorlar maalesef.Umarım en kısa zamanda eksiklikler giderilir.
Gelelim filmimize...Leonardo Di Caprio bu filmde babyface'likten çıkmış, olgunlaşmış, bence çok iyi yapmış:) Filmin konusunu heryerde okuyabilirsiniz.O yüzden yazmayacağım. Filmde beni en çok etkileyen, topraklarında o kadar zenginlik barındırmalarına rağmen Afrikalıların bundan bihaber olmaları, insanların mülteciliğe zorlanması, kabile kavgaları için küçük çocukları silahlandırıp ocuk askerler' yetiştirmeleri, Batı'nın silah satarak, elması alıp işleyerek oppurtunistçe davranması, bütün bu gerçeklerin bilinmesine rağmen tüm dünyanın susması...Bilindiği üzere dünyada 3 şehir elmas borsasını elinde tutuyor; Newyork, Tel-Aviv ve Anvers. Hiçbiri de Afrika'da değil!
Bugun dünyada ,85 ülkede yarım milyondan fazla çocuk, hükümet orduları, paramiliter güçler veya silahlı küçük gruplar tarafından kullanılıyor. 300 bin kadar çocuğun silahlı çatışmada aktif olarak savaştırıldığı tahmin ediliyor. Yaptırımlar tanımlı; ama yetersiz kalıyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (HRW) verdiği bilgilere göre, dünya üzerinde 20'den fazla ülkede çocuklar doğrudan doğruya savaşlara katılmak üzere askere alınıyor. Angola, Burma, Burundi, Kolombiya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Lübnan, Liberya, Nepal, Sierra Leona, Sri Lanka, Sudan ve Uganda bu ülkelerin başında geliyor. Ancak bu bir 'Afrika sorunu' değil. Britanya Savunma Bakanlığı bu ayın başında 2003'ten bu yana, 18 yaşın altındaki 15 askerin Irak'ta görev yaptığını kabul etti. Aslında, bu filmin 12 Şubat Çocuk Asker Kullanımının Durdurulması Günü ne denk gelmesi bir tesadüf mü bilmiyorum ama umarım ilerde çocuklar silahla hiç tanışmazlar ve böyle birgünde de hatırlanmak durumunda kalmazlar.
Filmin başında 'elmas almadan önce bu filmi izleyin', sonunda da 'üçüncü dünyanın sesine kulak verelim' deniyor.Yorumu size bırakıyorum...
Kaynak: BİA Haber merkezi, K. Çobanlı
Author: Mine
•12.11.06

Dün akşam, hangi filme ve hangi sinemaya gideceğimize karar vermeden çıktık evden. 'Bilkent'e gidelim, bakalım orada ne varmış'diyen bendim ama Timur'u oradaki filmler açmadı. Bu sefer, Armada'ya geçelim dedik. Baktık 'Babil' vizyonda. Ama ikimizde film hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Film,hem geç başlıyor ve nerdeyse 2,5 saat sürdüğünü duyunca önce tereddüt ettik ama vazgeçmedik.
Yönetmeni Alejandro Gonzales İnarritu.Kalabalık bir oyuncu kadrosu var. Brat Pitt ve Cate Blanchett dışındakileri tanımıyorum.Çoğu,amatör oyuncu olsa gerek. Yine de, rollerinin hakkını çok iyi veriyorlar. Zaten,filmde başrol oyuncusu da yok. Film,4 farklı ülkede(Fas,Japonya,Meksika ve ABD) geçiyor.Crash(Çarpışma)'da olduğu gibi, kişiler ve olaylar arasındaki bağlantıyı, yavaş yavaş kuruyorsunuz. Abartıdan uzak, gerçekçi bir film. Filmin uzunluğu ise kesinlikle handikap değil, sıkılmadan izledik ve pişman olmadık. Sinemaseverlere tavsiye ederim.
Film hakkında ayrıntılı bilgi için sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Author: Mine
•25.6.06
Sonunda yabancı dil kursum bitti. Ekim ayına kadar haftasonlarım boş:) Bu arada birçok etkinliğe katıldım ama yazmaya fırsatım olmadı:(

Pembe Panter(eh işte), Operadaki Hayalet (çok beğendim,hayalet rolündeki Gerard Butler izlenmeye değerdi) ve Da Vinci Şifresi (beğendim,kitabını okumadığım için karşılaştırma yapamayacağım)izlediğim filmler arasında...
23Nisan'da Beypazarı'na gezmeye gittik. Kurs arkadaşlarım çok beğendiler.Temmuz'da başka arkadaşlarla tekrar gideceğim.Umarım o gezinin ayrıntılarını yazabilirim.Beypazarı'nı merak edenler burdan fikir edinebilirler.
Bu arada FerhatGöçer'in Anatolia'daki konserine de gittim.Daha önce de iki kez dinlemiştim ama ilk kez konserini izledim ve çok beğendim.Hem repertuar hem de performans olarak harikaydı.Herkese tavsiye ederim.




En son olarak 22 Haziran'da Jethro Tull'un kurucusu Ian Anderson'un BilkentOdeon'daki konserine gittim. Anderson'a, keman virtuozu Lucia Micarelli, Türkiye'nin dünyaca ünlü flüt sanatçısı Şefika Kutluer ve John O'Hara yönetimindeki Bilkent Gençlik Senfoni Orkestrası eşlik etti.Ian Anderson için söylenecek söz bulamıyorum, flüt canbazı belki de en uygunu:)
Lucia , 23 yaşında olmasına rağmen hem Ian Anderson'a eşlik etmede zorlanmadı hem de çok güzel sololar çaldı.
Şefika Kutluer, sadece ilk bölümde vardı, Schumann'ın Rüyasını seslendirdi ki harikaydi.

Kısaca bu kadar...Aslında hepsi ayrı ayrı yazılabilirdi ama üzerinden zaman geçince geriye dönüp yazmak zor oluyor.Umarım bundan sonra sıcağı sıcağına yazabilirim:)

İyi ki blog adresimiz uzun süre kullanılmayınca kapanmıyor:))
Author: Mine
•17.3.06

Epeydir sinemaya gidemiyordum.Çarşamba günü, iş çıkışı, üç arkadaş soluğu sinemada aldık.Ancak, üçümüz aynı filmi izlemedik.Onlar, Babam ve Oğlum'u izlemek istediler, bense Crash'ı (Babam ve Oğlum'u daha önce izleyip çok beğenmiş olsam da ikinci kez aynı filmi izlemek istemedim)

Gelelim Crash'a...Hakkında bildiklerim, ırkçılığı sorguladığı ve üç Oscar'lı bir film olduğuydu. Bütün karekterlerle, birbirleriyle ilgilerini bilmeden ilk dakikalarda tanışıyoruz. Sonra film ,bir gün önceye dönüyor ve 24 saatlik bir sürede bütün olaylar gelişiyor.
Önyargının,birbirine karşı hoşgörüsüzlüğün, bu kadar sade ve açık işlenmesi insanı etkiliyor. Sonuçta,ırkçılıkta bir önyargı değil mi?
Bir de şunu farkediyor insan,her kötünün içinde bir iyilik ya da tam tersi her iyinin içinde kötülük var. Arada keskin bir sınır yok.
Filmde enteresan olan bir durumda,kötü polisin yaptığı,ondan beklenmeyecek ölçüde büyük iyilik ve buna karşılık iyi polisin ise önyargısının kurbanı olmasıydı.
Bir yerde okumuştum,bu filmi izleyince aklıma geldi.'Unutmayın sakın, hayat bumeranga benzer. Yaptığınız iyi-kötü herşey,birgün size geri döner.'

İkinci filmim,perşembe akşamı, NTV'de yayınlanan Murderball.'Bu filmi izleyin' dediğim herkesten, aynı tepki geldi.'NTV'de filmin ne işi var?' (Belgesel olunca yayınlıyorlar işte:)
Tekerlekli sandalyeye mahkum rugbycilerin yaşamından bir kesit anlatılıyor. 2002'deki Dünya Şampiyonasında başlayıp, 2004 Atina Olimpiyatları'nda son buluyor. Bir yandan oyuncuları tanıyoruz, bazısının geçmişine yolculuk yapıyoruz. Araya aileler, sevgililer, maç hazırlıkları, molalar giriyor. Azimlerine hayran kalmamak imkansiz. Bizim toplumumuzda, özürlüler, yaşamdan soyutlanır. Bu filmde ne kadar hatalı olduğumuzu gördüm. Filmin bir yerinde,rugbyciler çocuklarla bir araya geldiler.Onlara hem yaptıkları sporu anlattılar hem de sorularını cevapladılar.Çocukluğunda geçirdiği meningoksemi enfeksiyonu sonucu, her iki kol ve bacağı ampute edilen bir sporcuya, bir ufaklığın sorduğu soru çok ilginçti;'Nasıl pizza yiyorsun? '
Bir sahnede de,motorsiklet kazası sonucu,tekerlekli sandalyeye mahkum olan bir genç, rehabilitasyondan sonra evine döndü. Ailesi odasını hazırlamış,'hoşgeldin' diyorlar. Gencin buna cevabı 'berbat!' oluyor.Aile şaşırıyor. Genç, durumu açıklıyor.'Hayatımın, bundan sonra,bu şekilde devam edecek olması berbat birşey, bu durumla şimdi yüzleşmeye başladım' diyor.

Velhasıl, hayatımız bir gecede değişebilir,onu güzel yaşamak bizim elimizde...
Author: Mine
•23.11.05

FİLMİN ÖYKÜSÜ1980 darbesinde annesini kaybeden küçük Deniz (babası o dönemde bir çok erkek çocuğa verilen ismi koymuş) yedi yıl sonra hiç görmediği dedesinin Ege?deki çiftliğine doğru bir yolculuğa çıkar.Deniz?in dedesini hiç görmemesinin nedeni dedesiyle babasının yıllardır küs oluşudur. Hüseyin Efendi (Çetin Tekindor) okumaya diye gönderdiği oğlunun politik olaylara karıştığını öğrenince onu evlatlıktan silmiştir çünkü. Sadık?ın her şeye rağmen baba evine geri dönüşünün nedeni Deniz?den ayrılmak zorunda oluşudur; küçük oğlunu babasına emanet edecektir. Kelimenin tam anlamıyla Deniz bu çiftlikte hafif tatlı kaçık bir ailenin ortasında bulur kendini. Evin yanaşmaları, küs teyze (Şerif Sezer), traktör kullanan ve telsizle konuşan müthiş bir babaanne (Hümeyra), bileğinden boğazına kadar bilezikle dolaşan gelin Hanife (Binnur Kaya) ve saf bir amca (Yetkin Dikinciler). Düşünsenize hepsi bağırarak ve hep bir ağızdan konuşuyor. Sadık, uğruna savaştığı bir Türkiye?ye ve terk ettiği sevgilisiyle ve kendiyle kasabada yüzleşirken; çocuk, dedesinin ve babasının arasındaki tüm buzları eritecektir.



Dün izledim bu film ve iki gözüm iki çesme oldu tüm gün boyunca...Tüm salon filmi izlerken hem güldük hem de hıçkıra hıçkıra ağladık.Bütün oyuncular harika oynamış.Beni en çok çocuğunu babasına emanet ettiği sahne ve Ç.Tekindor'un cenazeyi eve getirirken arabayi durdurup ağıt yaktığı sahne etkiledi.
Bu filmden çok etkilendim.Gittiğime pişman değilim ama böyle bir filme bundan sonra yalnız gitmeyeceğim:)