Author: Mine
•27.1.08


Bu sabah radyoda çalan bu şarkı, beni son NY gezime götürdü. Her gün şehre inmek için bindiğim trende, Ipodumda çalan Norah Jones'u dinler, ya birşeyler okur ya da manzara seyrederdim.
Sorumsuz, sorunsuz keyifli bir geziydi benim için. Ama en önemlisi dostların sıcaklığı... Onlar orada olmasaydı tekrar gider miydim ve de yine gitmeyi düşünür müydüm? Cevabım: sorularımda:)


Get this widget | Track details | eSnips Social DNA
Author: Mine
•24.1.08
SESLENİŞ


Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.

Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken

bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı.

Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,

yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.

Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.



Vurulduk ey halkım, unutma bizi...



Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.

İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.

İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.

Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.

Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.

Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.

Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.

Bizleri yok etmek istediler hep.



Öldürüldük ey halkım unutma bizi...



Fidan gibi genç kızlardık.

Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.

Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında,

işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.

Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.

Tükürülesi suratlarına karşı,

bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.

Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.



Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...



Ölümcül hastaydık.

Bağırsaklarımız düğümlenmişti.

Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde

öldürüldük acımaksızın.

Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha.

Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına,

birer mezar taşı gibi savrulduk.V

icdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.



Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...



Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.

Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.

Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.

Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.

Önce kolumuzu, omuz başından keserek,

yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine.

Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.



Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...



Giresun'daki köylüler, sizin için öldük.

Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük.

Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük.

İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük.

Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.



Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...



Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize.

Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin

bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.

Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler,

gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.

Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.



Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...



Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk;komunist dediler.

Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze.

Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı

daha dik tutabilmekti bütün çabamız.

Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.



Vurulduk ey halkım unutma bizi...



Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.

Bir kadın eli değmemişti ellerimize.

Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.

Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla

çıkarıldık idam sehpalarına.

Herkes tanıktır ki korkmadık.

İçimiz titremedi hiç.

Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.



Asıldık ey halkım, unutma bizi...



Bizi öldürenler , bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar,

ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar.

Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı,

ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere.

Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların

gözleri önünde öldürüldük.

Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına,

batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.



Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...


Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.


Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi.,

hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi,unutma bizi...



UĞUR MUMCU


Saygı ve rahmetle anıyoruz ...

Get this widget Track details eSnips Social DNA

Author: Mine
•23.1.08

Brokeback Mountain filmini izleyeli epey oldu. 2005 yılıydı sanırım, gazetelerde eşcinsel iki kovboyun aşkı diye haber olmuştu.
Ang Lee'nin yönettiği bu filmde hiçbir abartı yoktu. Sadeliği en güzel yanıydı bence. İçimden, hayallerindeki çiftliği alıp, mutlu mesut bir arada yaşasınlar diye geçirdim ama sonu böyle bitmedi tabi…

Bugün sabah internete girdiğimde, Brokeback Mountain’in başrol oyuncusu, 28 yaşındaki Heath Ledger’in ölüm haberini okuyunca çok üzüldüm. Hem genç olması hem de muhtemelen uyuşturucunun sebep olması, bence çok trajik.
Author: Mine
•22.1.08

Sinemalarda bu hafta gösterime giren bu filmin yönetmeni Ridley Scott. Başrollerde ise Denzel Washington ve Russell Crowe var.
Ridley Scott, Yaratık'tan (Alien) Hannibal'e, Gladiator'den Kingdom of Heaven'e kadar bir çok iyi yapımda yer almış bir yönetmen.
Denzel Washington, Training Day adlı fimde en iyi erkek oyuncu Oscar'ını almış bir oyuncu.
Russell Crowe ise Gladiator'le gönüllere taht kurmuş ve de oscarı kapmıştı. Bunun dışında Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) fimindeki performansına hayran olmuştum. Bence asosyal kişiliğe sahip karekterleri iyi yorumluyor.
Gelelim filmimize...
Konusu:Frank Lucas (Denzel Washington) geçimini Harlem’in önde gelen gangsterlerinden birisinin şoförlüğünü yaparak kazanmaktadır. Patronu öldükten sonra pratik zekasını ve katı iş ahlakı kodlarını kullanarak hızla yükselir ve New York’un en güçlü mafya patronlarından birisi haline gelir. Bu arada Richie Roberts (Russell Crowe) adlı deneyimli bir polis, kentteki organize suç örgütlerinin tepe noktasında bir değişim olduğunu sezinlemiş, Lucas’ı adaletin karşısına getirmenin yollarını aramaya başlamıştır.
Konusunu okuyunca, sıradan bir ganster filmi gibi gelebilir ama değil. Özeleştirinin yüksek olduğu bir film. Gerçek yaşam öyküsü olması, daha çekici hale getiriyor. Detayları ve Denzel Wastington'un iyi oyunu, filmi çok uzun olmasına rağmen sıkmadan izlettiriyor.
Filmin süresi, 157 dk diye yazılı ama daha uzun. Biz sinemada yaklaşık 3,5 saat kaldık. Biraz geç başladı, 1,5 saat kadar sonra ara verildi, ara biraz uzun tutuldu. Dolayısıyla, bu filme gidecek olanların aklında bulunsun.
Güzel bir film, tavsiye ederim.
Author: Mine
•20.1.08
Çocukluğumun geçtiği o mahallede
Başı boyalı ahşap eski bir evde otururlardı

Sakız hanımla mahur bey
Bembeyaz tenli bembeyaz saçlıydı sakız hanım
Zaten onun için sakız hanım derdik kendisine
Pamuk gibi elleriyle kemençe calardı
Eşi mahur bey önce biraz nazlanır
Sonra oda kanunuyla eşlik ederdi sakız hanıma
Beraber meşk ederlerdi


Yaz akşamlarında
Açılırdı perdeler
Yorgun ellerinden
Dökülürdü nağmeler


İki yıl kadar oluyor
Önce kanun sustu eski evde
Birkaç ay sora da kemençe
Ve başı boyalı ahşap evin perdeleri
Bir daha açılmamak üzere kapandı


Evin satılacağı söylendi bir başka gence
Gittim içeri girdiğimde eski bir koltuğun üzerinde
Boynu bükük bir kanun
Ve kanunun göğsüne yaslanmış mahsun kemençeyi gördüm
Bizi rahatsız etmeyin der gibiydiler
Kıyamadım uzaklaştım


Mahur bey susunca kapandı perdeler
Sakız hanımla bitti o hüzünlü nağmeler

Barış Manço


Aynı bu şarkıdaki gibi… Mahur Beyimiz sustu bir buçuk yıl önce, iki gün önce de Sakız Hanımımız…
59 yıl evli kalmışlardı, dile kolay bir ömür…
Mahur Beyimiz Denizli’den Ankara’ya gelmiş, bir iş bulmuş çalışıyormuş. Sakız Hanımımız Kastamonu’dan amcasının yanına gönderilmiş. Derken birileri vesile olmuş evlenmişler. Tek göz odalı evlerinde doğru dürüst eşyaları bile yokmuş. Tek çatalları varmış.Yemek yerken biri bırakınca diğeri kullanırmış. Halbuki Sakız Hanım’ın amcasının durumu iyiymiş ama ‘Yengem vermedi, onca tabağı çatalı varken ‘ diye de serzenişte bulunurdu Sakız Hanımımız.
Sakız Hanım ömrü boyunca tutumlu bir hanımdı. Gençliğinde kocasından habersiz elişleri yapmış. Onları satıp para biriktirmiş.
Zaman geçmiş. Maddi durumları düzelmiş. Beş çocukları olmuş. Hepsini iş güç sahibi yapmışlar.Evlendirmişler. Torun sahibi, torunun çocuğu sahibi olmuşlar.
Evliliklerinin 50. yılında bütün çocukları bir araya gelip, onlara sürpriz bir yemek düzenlemişler. Mahur Bey o kadar mutlu olmuş ki… Çocuklarına ‘Evlenirken bile bu kadar mutlu olmamıştım’ demiş.
Mahur Bey çok çalışkan bir insandı. Hesaba kafası çok çalışırdı. 8o yaşını geçtiği halde, kendisinin eşinin dostunun vergi iade zarflarını doldururdu. Dikmen’den Keçiören’e, Aydınlıkevler’den Sıhhiye’ye yürürdü.
Zaman geçti, bir unutkanlık hasıl oldu. Geriatri bölümünde muayene oldu. Bazı ilaçlar başlandı ama ilaç kullanmayı çoğu zaman reddetti. Bir keresinde, sokakta boş boş bakınırken komşunun oğlu görmüş ve evine kadar getirmişti.
Karısı Sakız Hanım’ çok severdi. Sakız Hanım evde dominanttı ve Mahur Bey onu hiç kırmazdı.
Sakız Hanım, apartmanın giriş katında oturduklarından pencereden, geleni gideni hep görürdü. Yabancı birini gördüğünde de sorgu suale çekerdi. Çocuklara gürültü yaptıklarında kızar ama bir süre sonra da gönüllerini alırdı. Doktora gitmeyi hiç sevmediğinden şikayeti olduğunda hep saklardı. Bir gün çok hastalandı. Zorlayaraktan hastaneye götürüldü. Üremisi vardı, böbrekleri iflas etmişti. Dialize bağlanması gerekiyordu. Sakız Hanım’ın hastalığı Mahur Bey’i o kadar üzdü ki…Sakız Hanım eve dönene kadar pencerenin önünden ayrılmadı. İlaçlarını almayı ve yemek yemeyi reddetti. Belki de Sakız Hanım’dan önce gitmek istedi bu dünyadan…Nitekim çok kısa bir zaman sonra da kaybettik.
Sakız Hanım, yalnız yaşamaya başladı. Haftanın üç günü dializine giderdi. Evinde kimseyi istemediği gibi hiçbir çocuğuna da gitmedi.
Kendisini 1989’dan beri tanırdık ve 1993’den beri alt kat komşumuzdu. Hemen hemen her gün birkaç dakikalığına bile olsa uğrardı veya annemim uğramasını isterdi. Anneme ‘büyük kızım ‘derdi. Bizim anahtarımız onda, onun anahtarı bizde bulunurdu. Pencereden geldiğimizi görünce seslenirdi ‘anahtarınız var mı yavrum’ diye… İki gün önce de annem onun yanına uğramış. Pek iyi değilim demiş ve bir anda kendini kaybetmiş. Annem, komşulara çağırmış. 112 Hızır Acil aranılıp oğluna haber verilmiş. Kalp krizi geçirdiği anlaşılmış ve hastaneye kaldırılmış. Yoğun bakımda yattığı 2. gün, tekrar kriz geçirip, bu hayata veda etmiş…

Ben hala inanamıyorum. Annemlere her gidişimde görürdüm ve yine görecekmişim gibi geliyor. Yine pencereyi açacak ve ‘Hoş geldin Mine’ diyecekmiş gibi…
Ölümle yeniden yüzleşmek, yakınlarını kaybetme kaygısı gibi bir çok şeyde geçiyor aklımdan…
Bütün bunlara alışacağım elbet…Nelere alışmadık ki...


Get this widget Track details eSnips Social DNA

Author: Mine
•20.1.08
TÜRK toplumunu ikiye ayıran "türban" sorunu kırk yaşını doldurdu. O tarihte adına "türban" demiyorlardı, 1968 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi'nde okuyan Hatice Babacan adındaki kız öğrenci derslere başörtülü girince, ileride "türban" adını alacak bombanın fitilini ateşledi.
Eğer yanılmıyorsak, bu kız öğrenci, bugünkü Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın halasıydı, yanlışsa düzeltelim...İslam Tarihi öğretim üyesi Prof. Dr. Neşet Çağatay, genç kıza; "Ben, 19 yıldır, bu sıralarda karşımda kapalı bir kız görmedim, bundan sonra da görmek istemiyorum, ya başını açarsın ya sınıftan çıkarsın, demişti."
* * *
GENÇ kız, başını açmayı kabul etmedi, sınıftan çıktı. Öğrencinin bu hareketini, idare hakaret kabul etti ve fakülteden atıldı. Diğer öğrenciler, Hatice Babacan'ın cezalandırılmasını protesto için boykota başlayınca fakülte tatil edildi, bakan istifa etti. Öğretim üyelerinin çoğunluğu sorunun temelinde tarikatların ve başka amaçların olduğunu belirtiyorlardı. Bunların başında da ileride suikasta kurban gidecek Prof. Dr. Bahriye Üçok vardı.
* * *
İŞTE 40 yıl önce adı henüz konmamış olan "başörtüsü"nün başlangıcı buydu. Başörtüsü giderek "türban"a dönüşecek, Meclis'ten Anayasa Mahkemesi'ne, Anayasa Mahkemesi'nden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar gidecekti; sırada yeni anayasa var...
Laik cumhuriyetten yana olanlar "türban"ın amacının ülkeyi din esaslarına, şeriata göre yönetmek isteyenlerin siyasi simgesi olduğunu söylüyor. Dini, siyasete alet etmek isteyenler ise bunu reddedip "inanç sorunu" olduğunu söylüyorlardı, yani genç kızların okul kapılarına kendilerini zincirlemesi, büyük depremden sonra "7,4 yetmedi mi?" diye pankart açmaları hep inançları gereğiydi. Ama iki gün önce Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, türban için "Velev ki siyasi simge olsun, ne çıkar!" demesi takkeyi düşürdü, demek "Siz bunu siyasi simge olarak kullanıyorsunuz!" diyenler doğru söylüyorlardı.
Biz başından beri "Şu türbanı, siyasi İslamın simgesi yapmasaydınız, toplum bunu çoktan kabul etmişti" dedik durduk, dinleyen olmadı.
* * *
TÜRBAN biliyorsunuz, bir başörtüsü bağlama şeklidir, Türk toplumunda kadınların başlarını bağlama geleneği vardır, ama tek tip, tek biçim bağlamazlar, hele türbanın altındaki takke hiç yoktur; bir yemeni, bir tülbent olabilir, o da bunların bağladığı gibi değil...
* * *
BU, "türban"ın Türkiye'deki tarihçesi, ya asıl çıkışı menşei...
Bunu kim bilir?
Bilse bilse Murat Bardakçı bilir.
Sorduk, ne de olsa babasının arkadaşıyız, anlattı...
"Bugün türban dediğimiz, omuzlara kadar inen başörtüsü ilk defa 1970'lerin başında Lübnan'da ortaya çıktı. Modanın yaratıcısı bir din adamıydı, Lübnanlı Şiilerin lideri Hacetülislam Musa Sadr. Hayır, bu din adamı, bir moda tasarımcısı, yaratıcısı değildi.
Şiiler Lübnan'ın güneyinde yaşıyorlardı, ama o bölgeye sivil Filistinlilerle Kral Hüseyin'in Ürdün'den kovduğu Filistin gerillaları da geldi. Şiiler ile Filistinliler arasında çeşitli sorunlar çıktı. Şii kadınların, Filistinliler tarafından taciz edildikleri de oluyordu. Hacetülislam Musa Sadr, Şii kadınların güvenliği için, bu biçimde örtünmelerini söyledi. Yani şimdi bizim türban dediğimiz başörtüsü bağlama biçimi, inanç değil, güvenliğin gereği olarak ortaya çıktı ve hızla yayıldı. Hacetülislam Musa Sadr, 1975'te yaptığı açıklamada bu başörtüsü modelini bizzat hazırladığını söyleyecek ve ilhamını Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan'daki Katolik rahibelerin kullandıkları başörtülerinden aldım diyecektir.
"* * *
MURAT Bardakçı'nın anlattıklarının özeti bunlar.
Bir de "Bu konuda anlamadığım bir şey var!" diyor:
"Örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendi yaratmış, yaşmak, ferace, kadın fesi, felek tabancası, hotoz, maşlak, tandırbaş, yemeni, kundak yemeni, salma yemeni gibi çeşit çeşit modellerle zarif bir çizgi yakalamış olan Türk kadınının Lübnan'dan örtünme modeline ihtiyaç duymasının sebebini bir türlü anlayamıyorum."
* * *
SİYASET budur Bardakçı, bugün "türban" oy getiriyor, yarın "hotoz" oy getirecek olsa döneriz.Yarın "efendi hazretleri"nin biri çıkıp "hotoz"a fetva verse, görürsünüz "türban" nasıl da gözden düşüp "moda dışı" oluvermiş...

h.pulur@milliyet.com.tr
Author: Mine
•19.1.08


Ankara'da havalar son günlerde çok soğuk ve insan ister istemez, tatil özlemi duyuyor. Bu soğuk günlerde içimiz ısınsın diye, Fethiye'den ve Göcek koylarından bir kaç fotografa yer verdim.
İyi bir haftasonu dileğiyle...
Author: Mine
•16.1.08
Bankacı bir arkadaşım durumumuzu özetleyen bir yazı diyerek, ekonomi yazarı Yiğit Bulut'un yazısını göndermiş bana. Ben de sizlerle paylaşmak istedim.

Bu ülke adına çok üzülüyorum...
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de hatta dünya genelinde “büyük” denebilecek “işadamlarının” olduğu bir yemeğe katıldım. Hiçbiri AKP’li değildi.
Geçmişlerinde, bugün AKP’ye “meyil etmelerine” sebep olacak bir iz yoktu. Ama hemen hemen hepsi “Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik” düzenden memnundu ve ortak bir noktada birleşiyorlardı; “İşler iyi.”

Onların fikirlerine saygı duyuyorum özellikle “döviz bozup, bono alarak” elde ettikleri “faiz ve kur farkı” ile azan “faaliyet dışı kârlarından” dolayı, taşıdıkları heyecanı da anlıyorum... Anlıyorum ama benim düşüncem net: “İllüzyon içinde her şey iyi algılanabilir” ama “illüzyonu sağlayan” yapı ortadan kalktığı zaman “ortaya tam bir enkaz” çıkacak. Trilyon dolara yakın faiz ve anapara ödemiş bir ülke ve “bütün varlıkları” ele geçirilmiş bir sistem!

Bu noktada, “benim gözümden işlerin neden iyi olmadığının” detaylarını sizlere aktarmak istiyorum:

1- Bir ülke dünya üzerindeki en yüksek nominal faizi ödüyor ve düşen kur ile birlikte “içeriden-dışarıdan” bozulan dolarlar; “yıllık yüzde 35 ila 42” dolar bazında getiri sağlıyorsa,

2- Sıcak paranın sağladığı getiri, bir ülkenin “vatandaşına harcanması gereken sağlık, eğitim, savunma, yatırım” harcamalarından kesilerek “ aktarılıyorsa”,

3- Konsolide bütçe rakamlarının neredeyse yarısı “sıcakçılara” sunuluyorsa,

4- Sıcak para “finansal sonuçları” değiştiriyor, ama arkasında “makro dengeler” tarihte görülmemiş seviyelerde “bozulma” gösteriyorsa,

5- Ülkenin “reel sektör” kuruluşları, bankaları, telekomünikasyon şirketleri, limanları, yeraltı kaynakları kontrolsüz bir “özelleştirme” politikası sonucu “yabancıların kontrolüne” geçiyorsa,

6- Sıcak paranın yarattığı sonuçlar “makro ekonomik bozuklukların” kısa vadede algılanmasına izin vermiyor, orta ve uzun vadeli “enkazın” sorgulanmasını engelliyorsa,

O ülkede “işler” yabancı sıcak para ile hareket eden “mutlu azınlık” için, daha doğrusu “yüzde 1 için iyi” olabilir ama yüzde 99’un geleceği acımasızca “tüketiliyor” demektir.

Sonuç: Askerlikte bir kural vardır; keşif yaptığınız arazi cetvelle çizilmiş gibi muntazam ise “mayın” tehlikesi fazla demektir. Türk ekonomisi de “aynen” mayınlı arazi gibi. Sıcak paranın “dünya genelindeki konjonktür” ile içeride yarattığı “fazla muntazam” arazi, aslında “ağzına kadar mayın dolu.” Sıcak para “Türkiye’nin varlıklarını” sonuna kadar “emdikten” sonra mayınlar “aynen 2001 krizi” gibi tek tek patlamaya başlayacak.

Son söz: Ülkem adına gerçekten çok üzülüyorum. Bu ülkenin “burjuvazisi”, “akademisyeni”, “askeri”, “düşüneni”, “vatandaşı” yukarıda tarif ettiğim “sahte” cenneti göremiyor ve “İşler iyi” diyorsa; sanırım bize de “Fazıl Say” gibi “çekip, gitmek” kalıyor!


Not: “Çekip, gitmek” işin “laf” kısmı... Ben sonuna kadar “buradayım”... Yukarıdaki gerçekleri “herkes” görene kadar ve en önemlisi “geç” olmadan birlikte “dur” diyebilecek bir “yapı” oluşana kadar, elimden geleni yapmaya devam edeceğim...
Author: Mine
•16.1.08

Onbeş gün kadar önce İstanbul'daydım. Pazar sabahı, lise arkadaşlarımla beraber, kahvaltı için Village Park'a gittik. Şansımızdan hava günlük güneşlikti. Kapalı mekanı tahminmizden küçüktü ama güzel bir kahvaltı yaptık, mini golf oynadık ve de Village Park'ı keşfettik. Baharda eminim çok güzel olur.
Meraklısı buraya bakabilir.
Author: Mine
•12.1.08
Author: Mine
•10.1.08
Youtube'da rastlantı eseri rastladım bu videoya. Filmi tekrar izlemiş kadar oldum.

Author: Mine
•9.1.08


T. Teyze ile 1989’da tanıştığımızda, tedavisi yeni bitmişti.Kontrollere gidiyordu.Geçen yıl bypass olduğunda, sorunun radyoterapiye bağlı olabileceğini duyunca çok sevindi. Kızına ve kızkardeşine, ailesel yatkınlık nedeniyle riski artan bir hastalık korkusu daha yaşatmadığı için. Şu an 60 yaşın üzerinde yan apartmanımızda oturuyor.

H. Teyze üst kat komşumuz. Bundan birkaç yıl önce göğsünde bir kitle fark ettiğini söyleyince muayene ettim. Kitle fark edilmeyecek gibi değildi. Tetkikler, tanı, operasyon derken şu an kontrollerine gidiyor.

G. Teyze, aynı sokakta, üç apartman ilerimizde oturuyor. Sanırım ona da teşhis konalı 5 yılı geçmiştir.

H. lise arkadaşım. Yıllardır görüşmüyoruz ama son birkaç aydır, internet vasıtasıyla haberleşiyoruz. Hastalık konusu hiç konuşulmadı aramızda. Sanırım birkaç yıl önce, yani otuzlu yaşların başında teşhis edilen hastalığı için kontrollere gitmeye devam ediyor. Yine netten, bir hafta süre ile hastanede olduğunu öğrendim ama arayamadım.Bu hastalıktan ötürü mü hastanede bilmiyorum, arasam ne diyeceğimi de…
Bir çırpıda size 4 kişi saydım.Çok sık görülen bu hastalık hakkında hepimizin bilgisi olması gerekmez mi?

Hanımlar, beyler lütfen şu sayfayı ziyaret edin. Aktif üye olamasanız da gönüllü olabilirsiniz. Buna da vakit yoksa genel bilgileri okuyun mutlaka faydalanacaksınız.
Author: Mine
•7.1.08
Öğleden sonra başlayan kar hala devam ediyor. Bu fotografları işyerimin bahçesinde ve akşam iş dönüşü, her gün geçtiğim üst geçitten çektim. Bu fotograflara bakıp botanik parkında çalıştığımı düşünmeyin:) Kareye sığan görüntülerle, sığmayanlar öyle farklı ki...
Author: Mine
•7.1.08
Son günlerde, İngiltere'deki norovirüs enfeksiyon salgını gündemde. Bir haftada 100bin kişiyi yatağa düşürdüğü haberini televizyonlarda izliyoruz.

Ben de okuduğum bir makaleden alıntılar yaparak, okuyanları biraz bilgilendirmek istedim.

NOROVİRÜS
Noroviruslar daha önceleri “Norwalk-like viruslar” olarak bilinen ve çanağa benzer görüntüsü ile caliciviruslar olarak adlandırılan bir virus ailesinin üyeleridir. Bu virusla oluşan enfeksiyon, dünya çapında yaygın sporadik viral gastroenterit tablosudur. Norovirus, mide ve bağırsakları etkileyerek gastroenterit ya da “mide gribi” olarak adlandırılan hastalığa yol açar. Norovirusların gastrointestinal hastalıklara sebep olabilecek bakteri ve parazitlerle de ilişkisi yoktur.
Bulaşma
Bulaşma, temelde fekal oral yolla olmaktadır. Virus çok bulaşıcıdır ve 100 virus partikülü bulaşma için yeterlidir. Bulaşma direkt kişiden kişiye ve indirekt fekal kontamine su ve gıdalarla olmaktadır. Norovirus aynı zamanda virus ile kontamine yüzeylerle de yayılmaktadır. Virus dondurulmaya karşı dayanıklıdır ve 60 C’de kadar ısıda da yaşamını sürdürebilir. Enfekte bireylerin dışkı ve kusmukları ile etrafa saçtıkları viruslar ya da kontamine yüzeylerle temas sonrasında sağlıklı bireylere virus kolaylıkla bulaşabilir.
Noroviruslarla herkes enfekte olabilir. Birçok farklı norovirus ırkı vardır ve genetik faktörlerdeki farklılıktan dolayı, ırk spesifik immünitesi uzun süreli değildir, belki de sadece birkaç aydır. Bu yüzden norovirus enfeksiyonu bir insanın ömrü boyunca nüksedebilir. Noroviruslar, öncelikle büyük çocuklar ve erişkinleri enfekte ederler. Rotaviruslardan sonra, akut infantil gastroenteritin ikinci önemli sebebi noroviruslardır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde norovirus enfeksiyonları erken çocukluk çağı sırasında görülmeye başlar ve antikor prevalansının artışı erişkin çağa kadar sürer. Çin’de, Bejing’de yapılan bir çalışmada 7 aylık bebeklerin norovirusların seroprevalans oranı %41, 1 yaşında %65, 3 yaşında %85 ve 8-9 yaşında %100 bulunmuştur. Oysa gelişmiş ülkelerde norovirusa karşı antikorlar genellikle hayatın geç döneminde kazanılır, erişkinlerin %50’sinden fazlası antikora sahiptir.
Norovirus, sadece Amerika’da yılda yaklaşık 23 milyon akut gastroenterit olgusuna neden olmaktadır. Bu sayı ile viral gastroenteritler(özellikle norovirus) soğuk algınlığından sonraki bildiren en sık salgınsal hastalık olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm dünyada yıllık yaklaşık 181,000 olgu gözlenmiş ne mutlu ki norovirus ile hiç ölüm bildirilmemiştir.
Klinik Bulgular

Virusun alınmasından 24-48 saat sonra ortaya çıkan ishal, bulantı ve kusma, ateştir. Bazen ilk 12 saatte de semptomlar gözlenebilir. Semptomlar en az 1-2 gün sürer.
En temel bulgular;
· Kansız Diare
· Kusma
· Ve/veya ateş
· Abdominal kramplar
· Mide bulantısıdır.
Bazen bunlara baş ağrısı, kırgınlık ve halsizlik de ilave olabilir.
Hastalık esnasında ve sonrasında bazen hiçbir belirti olmaksızın kişi uzun dönem virus taşıyıcısı olabilmektedir. Enfekte bireylerin dışkı ve kusmuklarında da virus bulunabilir. Virus varlığı semptomların tamamen düzeldiği bireylerde bile 2 hafta kadar çıktılar ile saçılmaya devam edebilir. Bazı gönüllü çalışmalarında %30’lar civarında olguların asemptomatik hastalığı geçirdiği bildirilmiştir
Tedavi
Genellikle noroviruslara karşı ilaç tedavisi ve koruyucu aşı yoktur. Çoğu insan hasta olduktan sonra üç gün içerisinde eski sağlıklarına kavuşurlar. Norovirus enfeksiyonlarına antibiyotiklerle de müdahale edilemez.
Norovirus hastalıkları, sağlıklı bireylerde kısadır. İshal ve kusmalı hastalıkları olan insanların, su kayıplarını önlemek adına çokça sıvı tüketmeleri gerekmektedir. Su kaybı çocuklar, yaşlılar, hastalar arasında norovirus enfeksiyonunun en ciddi sonucudur. İnsanlar, oral rehidratasyon sıvıları (ORF), meyve suları ya da su içmek suretiyle su kaybı olasılığını azaltabilirler. Ciddi rehidratasyonun görüldüğü küçük çocuklar ve yaşlılarda, intravenöz rehidratasyon verilmesi gerekebilir.
Korunma
Noroviruslar, enfekte insanların gaita ya da kusmuklarında bulunurlar. İnsanlar şu yollarla virusla enfekte olabilirler:
• Norovirusla kontamineli yiyecek ya da içecekleri tüketerek;
• Norovirusla kontamineli yüzey ya da objelere dokunup, ellerini ağızlarına sürerek;
• Hastalık semptomları gösteren kişilerle direkt kontakt kurarak (örn: hastalıklı kişilerin bakımını yaparak, ya da yiyeceklerini paylaşarak, ya da aynı kaptan yiyerek).
KORUNMAK İÇİN;
Sık sık eller yıkanmalıdır(Özellikle tuvaletler ve bebek bezi değişimlerinden sonra, yemekten ya da yemek hazırlamadan önce). Eller; alkol bazlı jeller(%62 etanol) veya sıvı sabun ile yıkanmalıdır.
Hastalık durumundan sonra kontamine yüzeyler tamamen temizlenip, dezenfekte edilmelidir.
Hastalık durumundan sonra hemen giysi ya da çamaşırlar değiştirilip yıkanmalıdır (sıcak su ve sabun ile).
Tuvaletlerdeki kusmuk ve/veya gaitalar su ile temizlenip uzaklaştırılmalı ve etrafın temiz olduğundan emin olunmalıdır.
Norovirusla enfekte insanlar, yiyecek, su ya da diğer nesneleri kontamine edebilecekleri işlerden kaçınmalıdırlar. Bunlar, semptomları olan kişilerle temasa girebilir ve 3 gün içerisinde hastalıklarına geri dönebilirler. Bir hasta insanla kontamine olabilecek besinler, düzgün şekilde saklanmalıdır.
Sonuç olarak;
Norovirus, çok bulaşıcı, enfektif bir virüs olup uzamış ve büyük gastroenterit salgınlarına neden olabilir. Ayrıca yaygın kullanılan dezenfektana karşı da dirençlidir, çevrede uzun süre kalıcı olabilir. Dahası virusun bulaş ve enfektivitesi açısından mevcut rutin sanitasyon uygulamaları ile insanlara bulaşını ve geçişini önlemek neredeyse mümkün değildir. Muhtemel salgın esnasında alınması gereken önlemler aşağıya çıkarılmıştır:
· Etkilenen şahısların izolasyonu;
· Kontamine alanların temizlenmesi sırasında eldiven ve yüz maskelerinin kullanılması; sıkça el yıkanması,
· Kontamine sahaların en az 1000-5000 ppm, tercihen 3000-5000 ppm serbest klorin seviyelerine ulaşan hipoklorit içeren dezenfektanlarla temizlenmesi,
· Kontamine yatak örtülerinin en az 70° C de, tercihen çamaşır suyu içeren deterjanlarla yıkanması,
· Etkilenen hastane ve mutfak personelinin semptomlarının tamamen geçmesinden en az 48-72 saat sonra işe dönmesi ve haftalarca devam edebilecek virus yayılımı hakkında eğitilmesi,
· Salgın eğer gıda kaynaklı ise kaynağın tüketiminin hızla engellenmesi gerekmektedir.

Kaynak: Doç Dr Mustafa Altındiş
Afyon Kocatepe Universitesi Tıp Fakultesi Mikrobiyoloji AD.
Author: Mine
•5.1.08
Sevgili Mavimantar sobelemişti beni…İşte hakkımdaki 7 gerçek...

1.Küçük bir ilçede doğmuşum. Babamın mesleği nedeniyle çok gezdik. İlkokulu 4 değişik yerde okudum ve 9 öğretmenim oldu. 2.sınıfta 4 öğretmen değiştirerek rekorumu kırdım. Öğretmensiz günlerimde çok oldu. Bu yüzden, bölme işlemini bile babamın bir personelinden kendi çabamla öğrenmişimdir. İlkokuldan genelde tek öğretmen hatırlanır ama benim hatırladığım ve saygıyla andığım 4 öğretmenim var.
2.Okumayı çok seven, hatta hızını alamayıp evdeki ansiklopedileri bile elinden düşürmeyen bir çocuktum. Eskiye göre az okuyorum belki ama kitapçılarda gezmeyi, kitaplara dokunmayı ve de koklamayı hala çok seviyorum. Okumak üzere verdiğim kitapların geri dönmemesine ise sinir olurum:)
3.Benim teknolojiyle tanışmam, canım arkadaşım Figen sayesindedir. Bilgisayar, fotograf makinesi, Ipod almam ve internetle tanışmam onun çabasıyla olmuştur. Blog dünyasına da yine onun sayesinde katıldım. Blogumun adresini alan da odur. Yani kendisi drmine ve Mine’nin Gözünden’in isim annesidir.
4.Karekterimle ilgili keskin sınırlarla konuşmamın doğru olduğunu düşünmüyorum. Yeni tanıştığım insanlar doktor olduğumu duyunca şaşırıyorlar. Çok mütevazi buluyorlar beni. Neden bir doktor mütevazi olmasın ki?
5.Gezmeyi çok severim. Eskiden acilde çalışırdım ve nöbet izinlerinde kaçardım şehir dışına. Şimdilerde bunu pek yapamıyorum. Bu kaçışlarımda, ne televizyon izlerim ne de gazete okurum. Bazen telefonla bile kimseyi aramam. En son olarak yılbaşında İstanbul’daydım, neredeyse çeyrek asırlık arkadaşlarımı gördüm, özlem giderdim ve yenilenerek döndüm evime…
6. Değer verdiğim hiç bir şeyi hayatımdan kolay kolay çıkaramam. Eskiye garip bir bağlılığım var. İnsan ilişkilerimde de bu böyledir. Türkiye'nin her yerinde yıllardır görüştüğüm arkadaşlarım vardır. (Eğer hayatımdan çıkardıysam mutlaka geçerli bir sebep vardır)
7.Şu an hasta muayene etmiyorum, laboratuvar ortamında çalışıyorum. İşyerimden kimseye itiraf edemediğim bir şeyde aslında hastalarımı özlüyor olmam. Nöbet tutmayı ise hiç özlemiyorum. Mesleğimi severek yaptım hep. Yoksa bu kadar zorluğa nasıl dayanırdım? İş arkadaşlarımla ne zaman bir araya gelsek, muayene ettiğim hastaların, hastalığının yanı sıra sosyal sorunlarını da çözmeye çalışmamdan ötürü, hasta popülasyonunun artmasından espri mahiyetinde şikayet ederler.

Daha önce sobelediğim arkadaşlardan sadece Sanem yazdı. Bu kez, kim sobelenmek istiyorsa onu sobelemiş olayım. Her isteyen kendisiyle ilgili 7 gerçeği yazabilir.
Author: Mine
•5.1.08
Aşağıdaki videoyu izlediğinizde, görüntüler bakalım size de tanıdık gelecek mi?


Author: Mine
•2.1.08
...
Size çok orijinal bir yıl diliyorum, demiş okurumuz geçtiği notta.
Buna benzer orijinal dilekler çoktu bu yıl...
"Yeni yılda size şans, mutluluk, barış, huzur, bol kazanç diliyorum" diyen kutlamalar ise çoğunlukta...
Acaba şu dileklerde küçük bir ayarlama yapsak mı?
Mesela şöyle desek:"Yeni yılda mutluluk, barış, huzur için çalışacak gücü bulmanızı diliyorum"...
Öyle ya, barış, mutluluk falan durup dururken gelmez, çalışıp çabalarsak gelir... Diyor ve sözü Enis Batur'a bırakıyoruz:
Belki de yenilenmeli ağaçlar.
Boyalar devşirilmeli
mevsimin yapraklarından, haşarı erguvandan.
Yepyeni fırçalar alınmalı çarşıdan, insan eliyle germeli bezi tahtaya:
Herkes kendine görülmemiş bir düş aramalı.
...


Melih Aşık 02.01.2008 Milliyet