Author: Mine
•28.3.08
Bugün, Melike İlgün’ün Gazeteport’taki sayfasındaki ‘Sanal Misafirliğe Var Mısınız?’ başlığındaki yazıyı okuyunca, çok etkilendim. Bu idealist, yürekli, genç öğretmenlerin desteklenmesi gerektiğini düşünerek blogumda yer verdim. Maddi olarak bir şey yapamasanız bile ziyaretçi sayfasına küçük bir not bile düşmeniz onları mutlu edecektir.

Sanal misafirliğe var mısınız?
Beni çok mutlu eden bir e posta aldım.
Gönderen Malatya’nın Arapgir ilçesinin Bostancık köyünün ilköğretim okulunda öğretmenlik yapan Mehmet Ay…
84 doğumlu, Bostancık onun ilk görev yeri.
O ve okulun diğer öğretmeni Oğuzhan Zelyurt elele vermişler, 45 kişilik okullarını tanıtan bir internet sitesi hazırlamışlar.
Görseniz bu iki kahraman öğretmen tamamen kendi çabalarıyla okul için neler yapmışlar.
Ve yapmaya devam etmek için de yardımlarınıza nasıl ihtiyaçları var.
Okulun internet sitesinin adresi http://bostancikilkogretim.tr.gg/
Mehmet ve Oğuzhan Öğretmenler 45 öğrencileriyle birlikte bu haftasonu sizleri “sanal” yoldan köylerine bekliyorlar.
Author: Mine
•27.3.08

Dün gece, Kanlı Nigar oyununu izledim. Espriler bildik gelse de ve de biraz argo kaçsa da, Abdi rolündeki Ünsal Coşar'ın seyirciyi de içine katan oyunu, zaman zaman bizleri eskilere götüren musiki dinletileriyle oyunu sıkılmadan izledim.
Yer yer hicivlere de yer verilmiş. Mesela, Kanlı Nigar'ın kızlarına ağlarına düşüreceği kurban arayışı için verdiği öğütlerden birinde, "Katiplere, zabitlere bir de tiyatroculara yanaşma. Onlar sekiz ayda paralarını alamıyor" şeklinde bir öğütte bulunuyor.
Bu arada Facebook, Kanlı Nigar Oyunu'na bile girmiş ya şaşırmadan edemedim.
Author: Mine
•24.3.08

Bugünlerde elimde olan kitap, Doç. Dr. Şahin Filiz'in, 'Bireysel Dindarlık mı Kamusal Dinsellik mi? 'Başörtüsü' Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi' adını taşıyan kitabı.
Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı şöyle:
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı Başkanı Doç.Dr.Şahin Filiz, İslam'ın özgün kaynaklarından hareketle 'türban'ın İslam'da yeri olmadığını, dinden sapma niteliğini taşıdığını kanıtlamakta ve şu sonuca ulaşmaktadır: 'Siyasallaşan ve seçkinci bir kamusal dinsellik alanını gittikçe 'ötekiler' aleyhine genişleten başörtüsü söylemi, İslam'ın ahlaki ve medeni özünü gölgelediği gibi, bugün, tüm ABD, AB yanlısı ve küresel ılımlı İslam söyleminin yerli işbirlikçileri için, emperyalist ve mandacı tuzağın halk yığınları nazarında meşruiyetini sağlayan 'Islami' makyajla servis edilmesini de kolaylaştırmaktadır. Avrupa Birliği, ABD kaynaklı ılımlı İslam propagandası ve dinler arası diyalog faaliyetleri, 'Başörtüsüne özgürlük' talepleriyle çakışan bir sürecin temel parametreleri olarak Islami kesim'de dinsel olarak onaylanmış ve sindirilmiştir. Ülkemizi ve Türk ulusunu parçalamayı amaçlayan AB'ne ve onun ülkemizdeki sivil uzantılarına karşı çıkmak, başörtüsü özgürlüğüne ve doğal olarak da İslam'a karşı çıkmakla bir tutulmak için, başörtüsü söylemi, Milli devlete muhalefetin dinsel motifi olarak işlevsellestirilmektedir.'

Şahin Filiz'in bu kitabından ilgimi çeken bir ayrıntıyı burada paylaşmak istedim.
......
Nur Suresi 30 ve 31.ayetlerde, ‘kadınlar ziynetlerini göstermesinler’, ( la yübdine ziynetehunne) ifadesindeki ziynet, ayıp yerler, gizli görkem ve güzellikler;örfen de gösterilmesi uygun olmayan kısımlara işaret etmektedir. ‘Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar’ (ve’l-Yadribne bi humurihinne ala cuyubihinne) ifadesinde geçen ‘başörtüsü’ (humur), esasen başörtüsü anlamında değildir. Sözcük, ‘örtmek, gizlemek, evinden dışarı çıkmamak, utanmak, sarhoş etmek’ anlamındadır. Ayette başörtüsü olarak çevrilen hımar/humur, genel anlamda ‘örtü’dür. Özellikle ve kesin olarak başörtüsü değildir. Başörtüsü anlamı, örften çıkarılan bir anlamdır. Örften çıkarılan ve örfen yaygın bir anlamın, başörtüsünü farz kılması ise mümkün değildir. Kaldı ki, İslam öncesi Arap kadınları, başörtüsü bir yana, ağır avret mahallerini ve göğüslerini bile örtmekte gevşek davranıyorlardı. Başörtüsünün göğüsleri, gerdanı, boyun ve kulakları örtecek şekilde sıkıca başa sarılması yolundaki görüşler, ayette açıkça zikredilmeyen kişisel yorunlardan ibarettir.(1) Başlarının üzerindeki örtü,açık göğüslerini örtmeye hizmet etmiyordu. Burada örtülmesi hedeflenen ve istenen bölge, baş değil göğüslerdir ve göğüsler ise, ferc kadar ağır avret bölgesi içindedir. Kaldı ki, başın örtülmesi bu denli kesin bir farz ve dinin vazgeçilmez bir emri olsaydı, ‘baş’(Ra’s) ve ‘saç’ (şa’r) sözcüklerinin ayetlerde geçmesi gerekirdi.Kur’an, pek çok konuda ayrıntılı olarak sözcük zenginliğini sergilemekten kaçınmazken, böylesine ciddi olduğu ima edilen bir farzın en önemli bu iki sözcüğünü neden telaffuz etmekten kaçınmış olsun? ‘Bir sivrisineği bile örnek vermekten çekinmeyen Tanrı’ (2) neden ‘baş’ ve ‘saç’ sözcüklerini örnek vermemiştir? Demek ki Kur’an, başın örtülmesini, başı şu ya da bu şekilde örtmeyi tamamen kadınların kendi iradelerine ve yaşadıkları sosyo-kültürel çevrelerinin koşullarına bırakmış olmaktadır. Bunun adı ise, gelenektir.

(1) Nisaburi(Tabrie tarihi’nin Kenarında)XVIII/78. (Aktaran: M.Zeki Duman, A.g.m., ss.44-45)
(2) Kur’an, 2 Bakara 26: ‘Bakın, Allah bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz.’
Author: Mine
•20.3.08


Sonunda başladım. Birçok ünlü, pilates sayesinde formda kalıyormuş diye kaç yıldır duyarım. Çeşitli bahanelerim sonucunda bir türlü başlayamamıştım. Ben spor yapmaya gidemedim ama spor merkezi ayağıma geldi. Evimden 50-100 mt ilerde var olan merkezde, pilates derslerinin de verildiğini duyduktan yaklaşık bir ay sonra bu spora başladım. Bunları niye mi anlatıyorum: Birçok kadın benim gibidir. Hep spor yapmak isterler ama ev, iş ve diğer sorumluluklar nedeniyle zaman bulamadıklarından ertelerler. Ama spor yapmaya başladıktan sonra da hayatımızı ona göre ayarlarız. İş başlayana kadar dostlar!Sonrası bir şekilde programlanıyor.
Gruba sonradan dahil olduğum halde, pilates topumla çabucak kaynaştık. Zevkli bir spor ama henüz faydalarından konuşmak için erken. Daha önce düzenli olarak spor yapmamış biri olarak haliyle kas ağrılarım olmakta. İlerleyen günlerde bunlar giderek azalacaktır. Edindiğim izlenimleri gelecek aylarda paylaşacağım. Herkese sağlıklı günler dilerim.
Author: Mine
•18.3.08


Tarih safsatayla değişmez...

VARSIN onlar, Çanakkale Zaferi’nde Mustafa Kemal’i yok sayarak zehirlerini akıtsınlar.Varsın onlar, Mustafa Kemal’i Çanakkale’de yok saymasalar bile, rütbesini ve yaptıklarını küçümsesinler.
Varsın onlar, Çanakkale Zaferi’ni mucizelere, kerametlere, ermişlere, evliyalara, dervişlere bağlasınlar.
Tarih, ortadadır, hem de sözlü değil, belgeli tarih...
* * *
YIL 1932, mayısın yirmi biri...
İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir George R. Clark ve askeri ataşe Binbaşı O’Leary, Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından kabul edilmişler.
İngiltere Genelkurmay Başkanlığı, Çanakkale Savaşı’nın resmi tarihini hazırlamış, ciltlenmiş kitap Atatürk’e armağan edilecektir.
Büyükelçi, bu kitabın hazırlanmasındaki amacın “Askeri öğrencilere ve gelecek kuşaklara, İngiltere’nin Çanakkale Boğazı’nı zorlama girişimi başarısızlığının öyküsünü anlatmak” olduğunu söyler.
İngiliz hükümeti, kitabı, Atatürk’e “Büyük bir general, soylu bir düşman, cömert bir dost” duygularıyla yollamakta ve kabulünü rica etmektedir.
Atatürk kitabı memnuniyetle alır, teşekkür eder ve 17 yıl önceki Çanakkale Savaşı’nı anlatır. Askeri ataşe, Atatürk’ün anlattıklarını not tutar, tutanak Londra’ya gönderilir.
* * *
PROF. Dr. Hikmet Özdemir’in yeni çıkan kitabı “Komutan ve Evlatları” adlı kitabında bu tarihi belgenin İngilizce orijinali vardır ve ilk defa yayımlanmaktadır. (x)
İngiliz elçisi, ayrıca, Londra’ya bu görüşmeyle ilgili bir de mektup göndermiştir.
Büyükelçi mektubunda Atatürk’ün anlattıklarını Londra’ya şöyle anlatır ve yorumlar:
“Mustafa Kemal, O’Leary ve bana (savaş sürerken Türk askeri makamlarınca) görevinden nasıl el çektirildiğini ve kendisine savaşılmayan bir alanda işe yaramayan bir birliğin nasıl verildiğini ve bir gün birliğini talim ettirirken tamamen rastlantı sonucu bizim (İngilizlerin) Arıburnu’ndaki ilerleyişimizden hemen önce geri çekilen Türk askerleriyle karşılaşmasını anlatırken yanımızda bulunmanızı isterdim. Kaderin sillesinin bizim için trajik ve dramatik tarafı yeterince iyi bilinmektedir, ancak, onun (kaderin) başrol oyuncusu (Gazi) tarafından yalın ve alçakgönüllü bir üslupla anlatılması yaşamımın en ilginç deneyimlerinden biri olarak kalacak.”
* * *
İKİ yıl sonra 1934’te, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Çanakkale’ye gitmektedir; Atatürk kendisine bir görev verir, daha doğrusu Şükrü Kaya’nın yapacağı konuşmayı kendisi yazar, “Bunu okuyacaksın!” der.
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada bir dost vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.Sizler, Mehmetçiklerle koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır.
Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
* * *
VARSIN onlar, Mustafa Kemal’i Çanakkale’de yok saysınlar, tarihi değiştiremezler ki!Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kitabı da belgelerle dolu tarih...

(x) ANKA Yayınları.
Author: Mine
•18.3.08

Harika bir haftasonu sonrası yine evimdeyim. Bir ay öncesinden planlanmış olan bu minik tatil bana çok ama çok iyi geldi.Sadece 24 saat, evet topu topu 24 saat sürdü belki ama, beraber olduğum grup o kadar iyi ve neşeliydi ki, hayatımda en çok eğlendiğim günlerden biri olarak hatırlayacağım.
Yıllar önce Belek’te bir tatil yapmıştım. Birinci sınıf bir tatil köyü, her şey çok iyi ama ben hiç keyif almamıştım. Tatil arkadaşıma ‘Şunu yapalım mı?’ dediğimde aldığım cevap ‘ Yorgunum’ veya ‘Akşam çıkalım mı?’ dediğimde de ‘Uykum geldi’ gibilerinden sözler duyduğumdan ve bir hafta boyunca tatil köyünden dışarıya adım atamadığımdan olsa gerek, hiç iyi hatırlamam o bir haftayı.
Gelelim bu haftasonuna… Cumartesi günü, çam ormanının içindeki otelimize vardığımızda öğle olmak üzereydi. Odalarımıza yerleştikten sonra, soluğu havuzda aldık. İçerdeki havuz dışarıyla bağlantılı ve dışarıdakinde de sıcak su olduğundan bir ara kaçamak yapıp dışarıya çıktım. Bonem olmadığı için dışarıda fazla kalamadım ama mart ayında havuza girmeyi de tecrübe etmiş oldum. Havuz, Türk hamamı, Fin hamamı, masaj, aromaterapi; tercih bizimdi. Akşam 17.00 civarı odalarımıza çıktık. Grubun hanımları olarak akşam yemeğine kadar olan zamanı boş geçirmedik tabi ki… Bir odada toplanıp, şaraplarımızı içerek, bol kahkahalı keyifli mi keyifli bir sohbetle iki saati geçirmişiz. Akşam yemeğinde grubumuzun en genciyle(2 yaşında), bayanların en büyüğünün doğumgününü kutlayıp, canlı müzik için bara geçtik. Şansımızdan sahnenin yanına oturmuşuz. Hem sahne alan gruba şarkılarında eşlik ettik hem dans ettik derken, solistin de dikkatini çekmeyi başardık… Çok ama çok eğlendik.
Bence nerede olduğundan ziyade kimlerle olduğun önemli. Hayatı seven ve de yaşadığı her dakikanın hakkını verenlerle olmak, insanı daha enerjik ve mutlu kılıyor.
Tatilin verdiği bu enerji ile dün pilatese de başladım. Bugün vücudumun her yeri ağrıyor ama ben mutluyum.
Not: Geçen yıl NY'daçektiğim bu fotografta sağdaki ağacın arkasında bir geyik var. Farkedebildiniz mi?
Author: Mine
•14.3.08
Üniversite yıllarımda 14 Mart Tıp Bayramı’nı adına yakışır bir şekilde bayram havasında kutlardık. Yıllar içinde biz mi değiştik yoksa mesleğe atıldıktan sonra beklentilerimizi karşılayamamış olmamız mı sebep ne bil-m-iyorum, bu gün bayram olmaktan çıktı. Hele ki son yıllarda sağlık hakkının, para getiren işletmelerin hizmeti olarak görülmesi neticesinde ‘paran varsa sağlık hizmeti alabilirsin’ sonucuna gidiyor olması endişelendiriyor beni. Aksayan hizmetin faturasında, hekime çıkarılması diğer bir konu.
Google’a girip doktora saldırı yazdığınızda 287.000 sonuç elde ediyorsunuz. Son yıllarda bu sayı artmakta. Neden acaba?
Birkaç örnek…
12.02.2008 Karacabey’de doktora saldırı

17.01.2008 Konya'da yaşanan iki ayrı olayda bir doktor ve hemşire ile hizmetli, hasta yakınlarının saldırısına uğradı.

09.01.2008 Bir haftada 3 doktora saldırı!

28.12.2007 İstanbul ve Antalya'da Aynı Gün 2 Doktora Yapılan Silahlı Saldırı, Diyarbakır'da Görevli Sağlık Personelleri Tarafından Kınandı. Şiddetin İnsanlık İçin En Büyük Tehdit Olduğunu Söyleyen Tabibler Odası Başkanı Dr. Adem Avcıkıran, "Bölgemizde Çalışan Doktorlar Fiziki ve Sözlü Şiddet Görüyor. Çirkin ve Vahşi Saldırılara Artık Yeter Diyoruz" Dedi.

Bir de çıkıpta binlerce ytl kazandığımızı söylemiyorlar mı? Çok merak eden varsa bordromu gönderebilirim.

Lafı fazla uzatmayayım. Bugün Gazeteport'ta okuduğum bu yazıyı, okumanızı tavsiye ediyorum.


“Gel lan buraya başhekim!”

Geçen Temmuz ayında Bolu Fizik Tedavi Rehabilitasyon Hastanesi Başhekimi Dr. Sedat Turgay, Sağlık Bakanlığı müfettişlerinin dört ay boyunca “Gel lan buraya başhekim” diye hakaret ederek hastanesini sözde teftiş etmelerine dayanamamış, ‘Onuru zedelendiği’ için pompalı tüfekle intihar etmişti.
Türk Tabipler Birliği de;
“Sağlık Bakanlığı, kamu hastanelerini özelleştirmek, işletme haline dönüştürmek istiyor. Özellikle 22 Temmuz seçimleri sonrası, müfettişlerin tavırları hakaret boyutuna varmıştır. Müfettişler desteği Sağlık Bakanlığından alıyorlar. Kamu hastanelerinin özelleştirilmeleri uğruna uygulanan baskı bir meslektaşımızın yaşamına son vermesi ile sonuçlanmıştır” demişti.
Sen ‘doktor olacağım’ diye gençliği kapıdaki kültablasında söndürüp Tıp Fakültesine gireceksin, altı yıl boyunca tüm hayata kapanacak günde 20 saat ders çalışacaksın, uzmanlıktı, sınavdı derken daha 25 yaşındayken okumaktan kafanda saç gözünde fer kalmayacak, bir de üstüne Devlet diplomanı kullanabilmen için rezervler koyup seni iki yıl teçhizatsız, personelsiz kasaba sağlık ocaklarında çalıştıracak (‘özendirilmiş hizmet’ olması gereken ‘mecburi hizmet’), 30 yaşında ‘beyazlar içinde bir yarı tanrı’ olacaksın, ama günün birinde AKP’li muhteremler hastaneleri şirketleştirmeye karar verip iki müfettişi (Mutlu Güner ve Güngör Kaya) sana ölümüne eziyetle görevlendirecek. İnsan israfının uç örneğidir.
Altı çocuklu(yuh!) Sağlık Bakanı, intihara sebep olan müfettişler hakkında soruşturma açılmasını da engellemeye çalıştı.
Altı çocuklu(yuh!) Bakan’ın, ilaç yolsuzluğuyla Devleti 8 trilyon zarara uğratan dört Bakanlık bürokratını da himaye etmişliği, ama Erzurum’da kendisine “Vatan hainleriyle tokalaşmam” diyerek elini uzatmayan gence “Sensin vatan haini, anan da baban da ecdadın da kardeşin de vatan hainidir” demişliği vardır. O delikanlı da Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesinden yargılanıyor. Bakan da bu vatana, kendisi gibi altı çocuk(yuh!) daha yetiştiriyor.
Altı çocuklu(yuh!) Sağlık Bakanı, Genelgeyle hastanelerde fotoğraf çekimini yasakladı. Neyi gizledikleri malum.
Dürüstlükleri aldıkları komisyonun miktarında anlaşana kadardır bu muhteremlerin. Hukukla ilişkileri kendilerine itaat etmeyenleri, eleştirenleri hapislerde, mahkemelerde süründürmekten ibaret, tıp doktorlukları bile 2 kişiden 6 kişi üretmeye(yuh!) cevaz verecek derecede bilimdışı / akıldışıdır.
Tükenmişlik Sendromu, “beklentileri yüksek olan”, “insanları önemseyen, değer veren, onların beklentilerini/gereksinimlerini karşılamaya çalışan”, “işini en iyi biçimde yapmaya çalışan”, “yüksek idealleri olan”, “yaptığı işe maddiyattan başka anlamlar da yükleyen” kişileri vuruyor.
Türkiye’de zihinsel, fiziksel, duygusal tükenmişliğin en yaygın olduğu grup doktorlar ve diğer sağlık çalışanları.
Sağlık sektörüne vurulan darbe tamamlanmak üzere. Bu yüzden, 14 Mart’ta Tıp Bayramını kutlaması gereken doktorlar hastanelerde iş bırakma eylemi yapıyor.
Beş altı çocuklu(yuh!), badem bıyıklı muhteremlerin sağlıkta yapacağı ince ayarlar;
-önce kayıtdışı çalışmayı arttıracak,
-zaten yetersiz olan kamudaki doktorların bir kısmının hastanelerden ayrılmasına neden olacak, doktorlar ve sağlık personeli işsizlik sorunlarıyla karşılaşacak, doktor iş, hasta doktor bulamayacak,
-sağlığa yatırım yapmayı cazip olmaktan çıkaracak,
-doktorları beyin göçüne zorlayacak, en iyi doktorlarımız çareyi yurtdışına gitmekte bulacaklar,
-sağlıkta tekelleşmenin önü açılacak,
-muayenehaneler kapattırılarak doktorların bağımsız çalışma hakları ellerinden alınacak,
-doktorlar kamuda sözleşmeli veya özelde iş güvencesiz, düşük ücretle çalışmaya zorlanacaklar,
-doktorlar bilimsel, nesnel, objektif liyakate göre değil, siyasi yandaşlık ilişkisi içerisinde çalıştırılacaklar,
-önceliğin eğitime değil, ticarete verildiği koşullarda çalıştırılıp köleleştirilecekler,
- (Hastaneler Birliği adı altında) hastanelerin kontrolu önce fiilen yerel yönetimlere devredilip, ardından AKP’nin il başkanlıklarına bağlanacak.
Sağlıkta yapılacak değişimin iki anahtar kelimesi; piyasalaştırma (şirketleştirme) ve köleleştirmedir...
Radyasyonla çalışan personelin çalışması günde 5 saatle sınırlandırılması gerekirken 9 saate çıkarıldı. Avrupa’da radyasyonla çalışan bir personel günde en fazla 25 – 30 çekim yapıyor. Türkiye’de bu rakam 70 – 100 civarında. Hem ülkede doktor sağlıkçı açığı olacak, hem olanları da radyasyona maruz bırakacaksın. Tavşancıl üremelere aklı yatan zihniyetin insana verdiği değer budur..
14 Mart 2008 Cuma günü, doktorlar "sağlığın piyasalaşmasına, hastanelerin özelleşmesine, hekimlerin köleleşmesine ve hekimlere yönelik şiddete HAYIR" sloganı ile "Beyaz Yürüyüş" yapacaklar.
Doktorlar bu eylemi; altı ay sonra yeşil sermayeye açtırılmış özel hastanelerde reçetemize deve sidiği, sığırkuyruğu yazılmasın, hastaneye gittiğimizde “Türbanını tak da gel hanım” denilmesin diye yapıyorlar. Gözündeki katarakt için gidenin MR’ı, ayağındaki mantarı göstermeye gidenin bütün vücut taraması çekilip şişirilmiş faturalarla Devlet soyulmasın/oyulmasın diye... AKP’nin, şirketleştirerek sağlık sistemini tamamen çökertmesine direndikleri için eylemdeler.
Altı çocuklu(yuh!) Sağlık Bakanı da, "Hastaneler eylem yeri midir?” diyor. Evet hastaneler eylem yeridir. Meclisin, Bakanlıkların önü de eylem yeridir. Meydanlar, caddeler, işyerleri her yer eylem yeridir. Madem ki Türkiye’ye cihad açmış, tamiri imkansız tahribatlar yapmış, siyaseten aciz bir güruh altı yıldır patlayan tüm skandallara rağmen fırın kapağı pişkinliğinde yerinde durmakta, İSTİFAyı aklına bile getirmemektedir, madem ki doktorlar ayaktadır, rektörler ayaktadır, hukukçular, kadınlar, üniversiteliler, işçiler, emekliler ayaktadır, o halde her yer eylem yeridir!
Ahlâken ve hukuken bu Hükümet derhal istifa etmelidir diyeceğim ama etmezler para tatlı, edemezler dokunulmazlıkları kalktığı an yargılanacaklar çünkü.
Hadi iki de kehanette bulunayım, bu iyiliğimi de unutmayın; yakında kürtajın yasaklanması gündeme gelecek. Bir de askere, gazeteciye, yazara, hukukçuya yapılan ‘itibar infazları’ndan sağlık çalışanları da payını alacak.
AKP Hükümetine beş altı sene önce ‘deneyimsiz’ deniliyordu ama, altı sene sonra hala deneyimsiz demek bu muhteremleri savunmaya girer. Altı senede imam modundan siyasetçi moduna da hayda hayda geçmiş olmaları lazımdı. Geçemediler.
Altı sene eğitimle insanlar beyin cerrahı çıkıyor amma, bizim İskenderpaşa Cemaati aracı/komisyoncu/taşeron modunda takıldı kaldı.



Tıp ilmi dinle harmanlanınca absurdleşen bir klinik girişi. (Beyrut)
Author: Mine
•13.3.08






















Author: Mine
•11.3.08
Tv'de kanallar arasında dolaşırken, atv'de Beynelmilel'e rastladım. 1982 yılında, sıkıyönetim zamanında, Adıyaman'da 'gevende' denen çalgıcıların başından geçen trajikomik olayların anlatıldığı bu filmi, izlemeyenlere tavsiye ederim.

Hikaye
1982 yılında Adıyaman'da bir grup yerel müzisyen (gevende), o yıllarda uygulanmakta olan sokağa çıkma yasağından dolayı geçim sıkıntısına düşerler. Geçinebilmek için buldukları çözüm hepsinin tutuklanmasına yol açar. Yörenin sıkıyönetim komutanı, bu yerel müzisyenleri çağdaş bir orkestraya dönüştürmek isteyince olaylar gelişmeye başlar.
Yöresel orkestradan, kenti ziyaret edecek olan Konsey üyelerinin karşılama töreninde çalmaları istenir. Fakat bu konseyi karşılamayı sadece müzisyenler değil, şehrin genç aktivistleri de büyük bir sabırsızlıkla beklemektedir.
Siyasal bilimler öğrencisi Haydar (Umut Kurt); "Biz çalgıcı adamız. Çalgıcıdan hiç devrimci olur mu, komünist olur mu?" diyen abisi Servet'e (Sırrı Süreyya Önder) kulak asmamakta, Konsey üyelerini karşılamak için bir protesto eylemi hazırlamayı düşünmektedir. Ve bu eylemi gerçekleştirmek için de çağdaş orkestranın şefi Abuzer'in (Cezmi Baskın) kızı, aşklarını birbirlerinden bile gizli tuttukları, Gülendam'dan (Özgü Namal) yardım almaktadır.
Bir yandan sıkıyönetim birimleri ve yöresel orkestra, bir yandan da devrimci gençler tarafından birbirinden habersiz olarak yürütülen bu karşılama hazırlıklarının karışması sonucunda herkesi şaşırtacak olaylar gelişecektir.
Not : Filmin tamamı Tarsus'da çekilmiştir. (Kaynak Vikipedi)
Author: Mine
•10.3.08

Arabamı 26 Mayıs 2004'de aldığımda ilk işim depoyu doldurmak olmuştu. Bugün eve dönerken yakıt göstergesi kırmızıyı gösterince 20-25 km kadar gidip bir istasyona girdim ve neredeyse ilk aldığım yakıtın iki katı para ödedim. Enflasyon tek haneli ise bu nasıl oluyor? Biri bana anlatsın.

(Karikatür internetten)

Author: Mine
•10.3.08

Sabah’ta ‘don’ skandalı
AKP’li Zapsu "Türbanını çıkar demek, donunu çıkar demekten farksızdır" dedi ama Sabah Gazetesi 'don' kelimesini Babahan'ın talimatıyla sildi.

ANKARA - İşadamı Ahmet Çalık’a satılmasına rağmen henüz devir işlemleri tamamlanmayan Sabah, bir skandala imza attı. Sabah Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Ergun Babahan, AKP’li Cüneyt Zapsu’nun demecini “ayıp olmasın diye’’ sansürleyerek değiştirdi.
Zapsu geçen hafta Almanya’dan dönerken uçakta gazetecilere “Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar' demek, sokaktaki bir kadına 'donunu çıkar' demekten farksızdır." açıklaması yaptı.
Bu sözler bütün gazetelerde yer alırken sadece Sabah’ta “Türbanını çıkar demek, çıplak gez demekten farksızdır’’ diye değiştirilerek yayınlandı. Haberi yazan muhabir Timur Sırt “don’’ sözüne haberinde yer vermesine rağmen yazı işlerinin haberini değiştirdiğini açıkladı. Habere bizzat Genel yayın yönetmeni Babahan’ın müdahale edip “Donunu çıkar ’’ sözünü “Zapsu’ya ayıp olur’’ diyerek değiştirdiği öğrenildi.

OKURDAN ŞİKAYET
Bunun üzerine okuyucular tepki mesajları gönderdi ve neden ifadenin değiştirildiğini sordu. Sabah yazarı Emre Aköz de durumu okur temsilcisine iletti. Sabah okur temsilcisi Yavuz Baydar da köşesinde bu sansürü doğrulayarak şunları yazdı:
“SABAH yazarı Emre Aköz okur tepkilerini aktarınca incelemeye aldım. AKP yöneticilerinden Cüneyd Zapsu, CeBIT fuarı dönüşü yaptığı türban konusundaki açıklamasıyla perşembe günü gündeme yerleşmişti. Ancak, ne dediği konusunda SABAH ile belli başlı diğer gazeteler arasında bariz bir fark vardı. Dört-beş çok satışlı gazeteye göre Zapsu şöyle demişti:
"Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar' demek, sokaktaki bir kadına 'donunu çıkar' demekten farksızdır."
SABAH'ta gerek ön sayfada gerekse Timur Sırt imzalı haberde ise, Zapsu'nun son dört kelimesi şöyle olmuştu: "...'çıplak gez' demekten farksızdır."
Timur Sırt, aslında 20 kadar meslektaşıyla aynı kelimeleri, yani "don"u duymuş ve öyle yazmış. Daha sonra bu yazı işlerinde "kibarlık olsun" diye (öyle anladım) değiştirilmiş. Bu, kabul edilemez. Bu, bir hatadır. Temel ilkemiz şunu söyler: Kim ne dediyse, aynen öyle basılacak. Biz buna "atıfta sadakat" diyoruz. Kaynağa saygı ve doğru veri aktarma anlamında." (GAZETEPORT)
(Karikatür Cumhuriyet Gazetesi'nden)
Author: Mine
•9.3.08
Bir önceki postta, ‘ ’yaşanırsa’ 24 saatin çook uzun bir zaman dilimi olduğunu’ yazmıştım. Bu haftasonu izlediğim iki film, bu sözümü teyit etti. Her ikisini de daha önce niye izlemedim diye hayıflandım. Ama ardarda izlediğim için de mutluyum. Yoksa dokuz yıl nasıl beklerdim!
Before Sunrise 1995 yılında , Before Sunset ise 2004 yılında gösterime girmiş. Her iki filmde de Ethan Hawke ve Julie Delpy başroldeler. Aslında ikisinden hariç oyuncu da yok. Aralarındaki dialoglar o kadar akıcı ve doğal ki…Hiç sıkılmadan takip ediyorsunuz. Acaba bir kitap uyarlaması mı diye düşündüm ama değilmiş. Yönetmen Richard Linklater’in adını senaryoda da görüyoruz.


BEFORE SUNRİSE




Before Sunrise'da Celine ve Jesse bir tren yolculuğunda tanışırlar. Celine Budapeşte’deki büyükannesini ziyaretten dönmektedir ve yaşadığı şehir olan Paris’e gitmektedir. Jesse ise yine aynı trene Viyana’da inmek üzere binmiştir ve bir gün sonra Viyana’dan Amerika’ya gidecektir. Viyana’ya geldiklerinde Jesse Celine’den onunla birlikte trenden inmesini ve o günü birlikte geçirmeyi teklif eder. O günün tekrarı olmayacaktır. Trenden birlikte inen çift, birbirlerinin adlarını istasyonda öğrenirler. Sıfatlardan, isimlerden arınmış, kendilerini oldukları gibi anlatan saatlerce süren sohbetleri esnasında tüm Viyana’yı dolaşırlar. Ertesi sabah, Jesse Celine’i istasyonda uğurlar ve Celine trene binerken altı ay sonra aynı yerde buluşma sözü vererek birbirlerinden ayrılırlar .



BEFORE SUNSET



Bu filmde ise aradan dokuz yıl geçmiştir. Jesse yazdığı kitabın tanıtımı için Paris’e gelir ve Celine’de oradadır. Yıllar sonra bir araya gelmek ikisini de çok mutlu etmiştir ama yine zaman kısıtlıdır. Jesse’nin uçağı birkaç saat sonra kalkacaktır. Bu kısa zamanı birlikte geçirerek değerlendirirler. Önce bir kafede otururlar, sonra Seine Nehri kıyısında yürüyüş yaparlar, ardından nehirde bir gezinti teknesine binerler. En sonunda Jesse, Celine’i evine bırakmayı teklif eder.
Birlikte geçirdikleri zaman zarfında (ki bu süre 80 dakikadır) aradan geçen dokuz yılın muhasebesini yaparlar. Filmin başında öğreniriz ki, 6 ay sonraki buluşmaya Jesse gitmiştir ama Celine büyükannesinin cenazesi o gün yapıldığı için gidememiştir. Birbirlerine ait her hangi bir adres ve de telefon numarası olmadığı için de onca yılları birbirlerini merak ederek geçirmişlerdir.
Jesse evlenmiş 4 yaşında bir oğlu vardır, Celine ise iş yaşamında başarılı bir kadındır. Duygusal hayatlarında ise ikisi de mutluluğu yakalayamamışlardır.
Devam filmi olmasına rağmen iki filmde birbirinden güzel. Bu kadar sade olması, dialogların yapmacıktan uzak ve de doğaçlama tarzında olması, her iki oyuncunun da performansı her iki filmi de sıradanlıktan çıkarıyor. İzlediğim en iyi aşk filmlerinden olan bu iki filmi kesinlikle tavsiye ediyorum.
Dokuz yıl sonra 3. devam filmi çekilir mi bilmiyorum. 2013 yılını bekleyip göreceğiz.

Bu film için Julie Delpy üç şarkı yazıp bestelemiş. Bu filmde seslendirdiği valste kendisine ait.




Author: Mine
•9.3.08






Bu klibi biraz önce MTV’de izledim. Klipteki çocuklar ilgimi çektiği için biraz araştırdım. Litvanya’lı bir şarkıcı olan Jurga’nın bu klibi Afganistan’da çektiğinin haricinde bir şey bulamadım.

Author: Mine
•8.3.08
Bu hafta, kış mevsiminin miskinliğini üzerimden attım. Pazar gününden beri bir faaliyet, bir faaliyet… Eşimi dostumu evimde ağırlayarak onlarla özlem mi gidermedim, uzunca bir aradan sonra tiyatroya mı gitmedim... Derken dün, ’yaşanırsa’ 24 saatin çook uzun bir zaman dilimi olduğunu tekrar hatırladığım bir gün oldu.Onca yorgunluğuma rağmen…
Dün sabah, yine 06.15’de ayaktaydım. Her zamanki gibi koşturaraktan işe gitme. Diğer günlerden farklı olarak kurumumuzun denetimden geçmesi, denetimcinin sormak istediği soruyu, soramadan cevaplamış olmam neticesinde kısacık süren bir denetim:) (Hep böyleyimdir zaten, acelecilik ruhumda var)
İş çıkışı, tıkanan trafiğe rağmen, tam zamanında sinema salonunun önünde olmam ve Ankara Barosu Sinema Kulübü’nun, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için düzenlediği etkinlik çerçevesinde, ‘Persepolis’ filmini izlemem ve ondan sonra da, Burak Aydos dinletisi için Beytepe yollarına düşmem ayrı bir macera.
Kısacası zamanımızın olmadığından hep şikayet ederiz ya, sorun zamanın olmaması değil. Kendi kendimize yarattığımız engeller, bahaneler…
Gelelim filmimize... Persepolis’le ilgili bu bilgiler, Ankara Barosu Sinema Kulübü’nün film tanıtım broşüründen.

PERSEPOLİS




Yönetmen:
Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Senaryo :
Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Müzik:
Olivier Bernet
Tür:
Animasyon, Dram
Yapım:
Fransa 2007 (Renkli)
Dil:
Fransızca
Internet adresi:
www.sonyclassics.com/persepolis




Tahran 1978: Sekiz yaşındaki Marjane gelecekte bir peygamber olmanın ve dünyayı kurtarmanın hayallerini kurmaktadır. Modern ve kültürlü ailesi tarafından sevgi ve anlayışla büyütülen Marjane, Şah’ın katı rejimini sona erdiren olayları da ilgi ve merakla takip etmektedir. Diğer yandan ise Yeni İslam Cumhuriyeti insanların nasıl giyinmesi ve davranması gerektiğini kontrol eden yeni Devrim Muhafızları çağını dayatmaktadır.Bu dayatma nedeniyle artık çarşaf giymesi gereken Marjane ise kararını çoktan vermiştir; devrimci olacaktır. Kısa süre sonra Irak ‘a karşı verilen savaş nedeniyle şehir bombalanır. Çatışmaların getirdiği zorluklar ve mahrumiyet,aile üyelerinin ve sevilen kişilerin kaybı Marjane’nin hissettiği psikolojik baskıyı ve korkuyu her geçen gün arttırmaktadır. Gittikçe daha da tehlikeli olmaya başlayan bir ortamda Marjane’nin isyankar karakteri de ciddi problemlere davetiye çıkaracak seviyededir. Ailesi O’nu korumak için Avusturya’ya yollar. 14 yaşındaki Marjane Viyana’da hayatı adına bambaşka bir devrimle karşılaşır; ergenlik, özgürlük ve aşk… Tattığı pek çok heyecanın yanı sıra bir şehirde yalnız, sürgün ve yabancı olmanın zorluklarını da hissetmekte gecikmeyecektir. (http://www.sinema.com/)

Öykünün yaratıcısı Mariane Satrapi, İran’dan 1994’de ayrılıp Paris’e gidiyor. Animasyonla ilişkisini ilerletmeye başlıyor ve 2003 yılında çok satan otobiyografik çizgi romanını yayınlıyor. Kitap, ‘Persepolis:The Story of an Iranian Childhood’adlı ilk cilt ve Avusturya’ya gönderilen İran’lı küçük kızın savaş sonrası eve döndüğünde ailesinin ayakta kalma çabasını anlattığı ‘Persepolis:The Story of a Return’ adlı ikinci ciltten oluşuyor.
Çizgi romanını animasyon filme dönüştürmeye karar veren Satrapi ve ortağı Vincent Paronnaud, öyküyü kurmaca bir animasyona adapte etmek için iki yıl uğraşmış. Uygulama aşamasındaysa ekipte İranlı, İtalyan, Fransız, İngiliz birçok animasyoncu görev almış. Filmi önce ’cell-Animation2 denen klasik teknikle, ardından da bilgisayarda hayata geçirmişler.


İRAN DEVRİMİ HAKKINDA KISA BİLGİ

İran’da devrim,yönetimde demokrasi çağrılarıyla başladı ve dünyanın ilk islam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı.
İran toplumunu baştan sona değiştiren İran İslam Devrimi 20. yüzyılın en önemli dönüm noktalarından birisi oldu. İran’ın adeta çehresini değiştiren devrimin hazırlıkları 1978 yılında başladı ama aslında tohumları çok önceden atılmıştı. Halkın yoksullaşması, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve Şah Pehlevi’nin halkçı olmayan politikası, İran halkını Şah’tan ve rejiminden uzaklaştırmış, dine yöneltmişti.
Bardağı taşıran son damla, 1978 yılının 8 eylülünde yapılan bir gösteriye askeri güçlerin müdahalesiydi. Müdahalede yüzlerce kişi öldü. Ülkeyi ayakta tutan petrol sektöründeki işçiler, hem bu kanlı müdahaleyi hem de sıkı yönetim ilanını protesto etmek üzere 9 eylülde greve çıktılar. Grevler kısa zamanda diğer kentlere de sıçradı. Talepleri sadece ekonomik değil politikti. Petrol sektöründe başlayan grevler kısa sürede tüm kurumlara sıçradı. Bankacılar, radyo ve tv çalışanları, bakanlıkların çalışanları da iş bıraktı. 400 banka göstericiler tarafından ateşe verildi.
11 aralıkta başkent Tahran'da 2 milyon kişi yürüyordu ve her yerden 'halk silahlansın!', 'Şah devrilmeli!', "kahrolsun Şah!' sloganları yükseliyordu. Takvim yaprakları 11 aralık 1978'i gösterdiğinde Şah'ın kurduğu düzen el değiştirmişti. Tüm dünya dehşet içindeydi.
Şah, son bir manevrayla bir Kraliyet Konseyi atadı ama bu da başkaldırmış kitleleri durduramadı. 14 ocak 1979'da ülkesini terk etmek zorunda kaldı. 2 bin 500 yıllık şahlığın yerini İslam Cumhuriyeti almıştı. Ancak, Şah'ın ülkeyi terk etmesi ve Bahtiyar'ın başbakanlığa atanması da kitlelerin öfkesini dindirmeye yetmedi. Halk hala sokakta ve işçiler grevdeydi.
Humeyni İran'a döner dönmez bir İslam Devrim Konseyi kurduğunu açıkladı. Burjuvazi, Humeyni'yle ittifak arayışına girmiş ve bir geçici hükümet kurulmasına karar verilmişti. Geçici hükümetin başına ulusal cepheden Bazargan getirilmiş, bütün sol bu hükümeti emperyalizme karşı 'milli burjuva hükümet' olarak ilan ederek desteklemişti. Oysa Bazargan'ın ve humeyni'nin amacı bir an önce grevlere son vermek, devrimin toplumsal dayanaklarını ortadan kaldırmak ve devrimi sona erdirmekti.
Humeyni'nin dini yaklaşımı hiçbir zaman sanayi işçilerini cezbetmedi ve işçiler sonuna kadar İslam Cumhuriyeti'ne karşı oldu. Zaten Humeyni de, ulusal cephe ve Bazargan hükümetini tasfiye etmeden önce işçi hareketini bastırmak istiyordu. Humeyni bir bildiri yayınladı ve tüm işçilerin grevleri bitirmelerini istedi ve ilerleyen günlerde kendisine karşı çıkan tüm muhalifleri ya emperyalizmin ajanı veya siyonist, karşı-devrimci ve İslam düşmanı ilan etti. 30 Mart 1979’da yapılan halk oylamasıyla İran İslam Cumhuriyeti onaylanıyor, Humeyni’de ölene kadar ülkenin tek yöneticisi (fakih) olarak ilan ediliyordu. (İran İslam Devrimi ile ilgili ayrıntılı bilgi için cnnturk.com )

Author: Mine
•4.3.08

“Yaratılışımızın soluk alıp vermek kadar doğal refleksi aşk… ve erdem. Nereden ve nasıl doğdukları, sınırları ve ölçüleri belli olmayan iki kavram. Büyük yeminler, sözler; erdem ve aşk kavramlarının birbirlerine sundukları cennetin yoluna döşenmiş süslü mücevherleri, bir an için gözlerimizi kamaştıran heyecanların şiirsel tezahürleridir. Ancak, daha önce verilmiş sözler kabuslu bir uykuya, bizi ayakta tutan yalanlar kendi cehennemimize dönüşebilir.”
...
Halit Ziya Uşaklıgil'in bu eseri, Tarık Günersel tarafından tiyatroya uyarlanmış. Bu gece, Büyük Sahne'de izlemeye gittim. TRT'nin belki de ilk dizilerinden olan Aşk-ı Memnu'dan aklımda kalan Bihter rolündeki Müjde Ar. İki buçuk saat süren oyunda, oyuncuların performansı gayet iyiydi. Aşk- Memnu'nun 'yasak aşk' anlamına geldiğini de bugün öğrenmiş oldum. Meraklısına devamı burada
Author: Mine
•2.3.08
Author: Mine
•2.3.08


Yok yok hepatit filan değilim… Sadece sizlerle paylaşmak istediğim bir sitenin adı böyle olunca, ben de onu başlık yapıverdim.
Geçen gün, hastanede intaniye (enfeksiyon hastalıkları) polikliniğine gitmiştim. Bir bey geldi hepatit B aşısı yaptırmış ama antikor oluşmamış. Doktor arkadaşımda, bunun sebebini öğrenmek için hastayı sorgulamaya başladı. Meğer, bizim hasta sadece tek doz aşı yaptırmış ve bu yüzden antikor oluşmamış.
Artık bebekler için hepatit B aşısı rutine girdiğinden, 3 doz her halükarda yapılıyor. Erişkinlerde ise ne yapmalıyız? Öncelikle HBs Antijenine ve Anti HBs antikoruna baktırıp, eğer ikisi de negatif ise 3 doz olarak yani ilk yaptırdığımız tarihi 0 (sıfır) olarak kabul edersek, 1. ve 6. aylarda 2. ve 3. aşılarımızı yaptırıp 3 doza tamamlamalıyız.
HBs Antijeni, hastalık etmenini taşıdığımızı; Anti HBs Antikoru ise hastalığı geçirdiğimizi veya aşılandığımızı gösterir.
Hepatitin tek etkeni virüsler değildir. Viruslerden de tek etken, Hepatit B virüs değildir. Ancak aşılama ile korunulabilecek olması nedeniyle önemli. Hepatit A aşısı da var ama Hepatit A enfeksiyonu, her ne kadar gürültülü seyredebilse de kronikleşmez.
Neden hepatit B üzerinde duruyorum derseniz, birkaç istatistikle bunu açıklayayım:
* HBV, akut/kronik hepatit,siroz ve hepatoselluler karsinomun en önemli etkenlerinden birisidir.
* Dünyada HBV ile karşılaşmış insan sayısı 2 milyardır.
* Dünya nüfusunun yaklaşık %5’i taşıyıcı olduğu,
* Tüm dünyada 400 milyonu aşkın sayıda kişinin HBV ile kronik infekte olduğu,
* Her sene global olarak izlenen 530.000 hepatoselluler karsinom olgusunun 316.000’inin HBV ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Her yıl dünyada 1.000.000 yaklaşan sayıda kişi,HBV ile ilgili komplikasyonlardan kaybedilmektedir.Afrika,Asya ve Pasifik kıyılarında HBV’na bağlı hastalıklar, en önemli üç önemli ölüm nedeninden biridir.
* DSÖ tarafından HBV sigaradan sonra ikinci önemli kanserojen olarak kabul edilmektedir.
* Etkili bir aşısı olan HBV enfeksiyonları tüm dünyada ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak önemini sürdürmektedir.
(Kaynak: Viral Hepatit 2007 (Viral Hepatitle Savaşım Derneği)

Diğer enfeksiyöz hepatit etkenleri hakkında ayrıntılı bilgi için http://www.hepatitmiyim.com/ u ziyaret edebilirsiniz.

(Yukardaki fotograf, Hepatit B virüslerin mikroskobik görüntüsü)