Her yıl yılbaşına denk gelen bu günlerde, çeşitli patlayıcı maddeler eğlence amacıyla kullanılmaktadır. Öte yandan bu patlayıcıların dikkatsiz kullanımı sonucu ağır göz yaralanmaları, kalıcı işitme kayıpları ve ağır el yanıkları oluşmaktadır. Çoğunluğu çocuk olan bu yaralıların, daha yaşamlarının başında görme veya işitme özürlü hale gelip sakat kalmaları, kem kendileri, hem de aileleri için bir acı kaynağı olmaktadır. Her yıl olduğu gibi 2007 yılına girerken de hekimler aşağıdaki çok önemli uyarıları anne ve babalara, halkımıza duyurmaktadır. Çünkü hekimlerin ilk görevi hastaların acılarını dindirmektir. Bir önemli görevi de olası acı verebilecek durumlara karşı önleyici uyarıları ve hatırlatmaları zamanında yapmaktır. Aşağıda bildirilen koruyucu önlemlerin uygulanmasında hekimlerin yanında, anne ve babalara, okullarda öğretmenlere ve yazılı ve sözlü basın ve yayın organlarına görev düşmektedir.
1- Körlüğe kadar götüren en kötü yaralanmalar, fişek, maytap, torpil, raket gibi patlayıcı maddelerle olmaktadır. Bu tür fişekleri kullanırken alacağınız önlemler:
Kapalı yerlerde kullanmayınız. Duvarlara çarpan fişekler geri gelerek gözü yaralar. Ayrıca oluşan zehirli gazlar solunum zorluğuna ve zehirlenmelere neden olur. Bu tür fişekleri yalnızca açık alanlarda kullanınız.
Patlayıcı fişekleri, torpilleri cam şişelerin içine koymayınız. Kırılan camlar saçma gibi yüzde ve gözde ağır yaralanmalara neden olur.
Kısa fitilli(Bozuk) fişek ve maytapları kullanmayanız. Daha elden atmaya fırsat vermeden patlama olacağı için ağır el ve yüz yanıkları, göz yaralanmaları oluşmaktadır.
2- En çok ve ağır göz yaralanmalarının görüldüğü gün 1.Ocak günüdür. 31 Aralık akşamı tam patlamayan fişek ve torpilleri arayan çocuklar, aslında ateşle oynamaktadırlar. Kısa fitilli ve fitili kopmuş bu fişekleri patlatmak için eline alan ve ateş yakan çocuk patlayıcıyı bu sırada yüze ve göze çok yakın tutmaktadır ve yaktıktan sonra da fırlatacak zamanı olmamaktadır. Böylece çok ağır el ve yüz yanıkları, körlüğe kadar götüren göz yaralanmaları (kimyasal yanıklar, göz içi kanamaları)olmaktadır.
Bu nedenle bu tür fişekleri kullanmadan önce kullanma kılavuzunu mutlaka okuyunuz. Yazılanları harfiyen uygulayınız. Anne ve babalar: Havai fişikler birer oyuncak değildir. Çocuklarınızın eline bu fişekleri vermeden önce onlara iyice bilgi veriniz. Olası tehlikelere karşı uyarınız. Dükkan sahipleri: Bu tür patlayıcıları çocuklara satmayınız. Satın alanlara da kullanma kılavuzunu okumalarını bir kez daha hatırlatınız.
3- Diğer bir ağır göz yaralanması çeşidi de, köpüklü şarap veya şampanya şişesini açarken aniden büyük bir güçle fırlayan mantarın veya tıpanın göze çarpması ile oluşan göz yaralanmalarıdır. Gözde ağır kanamalar, göz bebeğinin yuvarlıklığını kaybetmesi, göz merceğinin yerinden oynaması, ağ tabakanın yırtılması gibi ağır kalıcı hasarlar oluşur.
Önlem: Bu tür şişeleri açarken şişenin ucunu odada hiç kimsenin olmadığı bir yöne eğik olarak çeviriniz veya şişenin tıpasını açarken üstününe bir havlu koyunuz ki tıpa fırlamasın. Şişenin ucunu kesinlikle şaka olsun diye arkadaşlarınıza doğru çevirmeyiniz veya kendi gözünüze doğru tutmayanız. Şişenin ucunu yakın bir duvara çevirmeyiniz. Duvardan çarpan tıpa geriye dönerek göze gelebilir.
4- Diğer sıkça görülen ve uzun süren rahatsızlıklara neden olan bir yaralanma çeşidi de çam ağaçlarının iğne yapraklarının göze değmesi, çarpması ile oluşur. Çam ağacını taşırken, yerleştirirken veya yanından geçerken, oynarken gerilen dalın boşalması ile yüze ve göze çarpma olmaktadır. İğne gibi olan çam yaprakları da bu sırada gözün saydam tabakasını çizer. Ayrıca yaprağın içindeki reçine türü kimyasal maddeler de göze değeceği için, uzun süre iyileşmeyen sık tekrarlayan sıyrıklar(erozyonlar) oluşur.
Çam ağacının yanında oyun oynamayınız.
5- Önemli bir yaralanma işitme organında gerçekleşir. Patlayıcıların çeşidine göre 2 metre uzaklıkta 190 dB şiddetine kadar ulaşan çok kısa süreli(Saniyenin 1/4'ü kadar) ses dalgaları oluşmaktadır. Bu kadar şiddetli ses dalgaları çok kısa sürdüğü için çevredekiler tarafından tehlikesizmiş gibi algılanmakta, ayrıca yılbaşının eğlence ortamında önlem almak gereği düşünülmediği için tekrar tekrar yeni torpiller patlatılmaktadır. Fakat bu şiddetli ses dalgaları kulak zarını kolaylıkla patlatabilir, iç kulağa çarparak işitme sinirine zarar verebilir ve hiç geçmeyen kalıcı çınlamalara, daha kötüsü sağırlığa neden olabilirler.
Önlem: Patlayıcı patlarken en az 5 metre veya daha uzağında durun. Daha iyisi kulaklarınızı patlama sırasında kapatın.
Eğer bütün bu önlemlere ve dikkatinize rağmen elde bir yanık, gözde bir yaralanma olmuşsa, kulakta işitme kaybı varsa veya çınlama duyuyorsanız, sabahı beklemeden hemen bir nöbetçi hekime muayeneye gidiniz.
Dr.Mete Soytürk 24.12.2006
Göz Hastalıkları Uzmanı -Kaiserslautern-Almanya
Genel Yayın Yönetmenliği'ni Ara Güler'in yaptığı 'İz', 1 yaşını geride bıraktı. 'İz', Ocak 2007 sayısında bizi 'flütlü çocuğun' peşine takılarak, dünyanın değişik coğrafyalarından yükselen sesleri dinlemeye çağırıyor.Haberin devamı
burada.
Yusuf Darıyerli (Bigadiç, 2001)
Werner Bischof (Japonya. Tokyo. Meiji tapınağının iç bahçesi, 1951.)
Sebastiao Salgado (Maden, her biri yirmi metrekarelik barrancos denen paresellere ayrılmış. İşçiler altın bulmak için hep daha da derine kazmak zorunda. Serra Pelada, Pera Eyaleti, Brezilya, 1986.)
Sebastiao Salgado (Taşıyıcıların ellerinin madenin dibinden tepeye kadar tehlikeli merdivenlerde dengelerini sağlayabilmek için mümkün olduğunca boş olması gerek. Serra Pelada, Pera Eyaleti, Brezilya, 1986.)
Sabit Kalfagil (Unkapanı Köprüsü, 1976)
Kanjo Take?nin dijital dünyası (solda) + Georg Gerster (Türkiye. Afrodisias Stadyumu; dini festivaller, gladyatör oyunlarını gibi çeşitli gösteriler için kullanılabilecek şekilde kısa kenarları amfitiyatro gibi yuvarlatılmış bir Roma arenası. Yapım tarihi, MS 1. yy civarı)
Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat Japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir.
Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir-iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır. Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.
Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı. Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta, birbirlerine çarpa çarpa birazda aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz,uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine etkilenmişti. Balıkçılar nasıl olacak da Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi? Siz olsaydınız ne yapardınız?
Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz, mesela mükemmel bir eş buldunuz veya çok başarılı bir firmaya girdiniz, borçları ödediniz v.s. Heyecanınız kaybolmaya başlamaz mi? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz misiniz? Loto'da büyük ikramiyeyi kazananlar parayı savurmaya başlamaz mı?
Japonların taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir. 1950'lerde L.Ron Hubbart'in gözlemlediği üzere 'İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarf eder.' Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız. Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız bundan da o derece mutluluk duyarsınız, heyecan duyarsınız ve enerji dolu, canlı, ayakta kalırsınız.
Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular. Ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.
Buradan da görüleceği üzere problemlerden, uzaklaşmaktansa içine atlamak, boğuşmak ve onları yenmek gerekir. Problemlerimiz çok ve çeşitli olabilirler. Ümitsiz olmayın. Onları tanıyın, organize edin, kararlı olun, daha çok yardım desteği ile onlarla savaşın. Beyninize bir köpekbalığı atın ve nelere ulaşabileceğinizi o zaman görün....!
alıntıdır..
Salıları, cnbc-e'de yeni bir dizi başladı;Elizabeth I. Bol Emmy ödüllü bir dizi. Bugün ilgiyle izledim.
İlk bölümün konusu şöyle; Hikâye 1579 yılında başlıyor, Elizabeth tahta geçeli 20 yıl olmuş. Tahta bir vâris getirsin diye herkes baskı yapıyor, çünkü aksi takdirde kanlı bir taht savaşı patlak verecek. Hatta, Avrupa'daki Katolik güçler onu İngiltere'nin Protestan tahtından indirebilecek. Danışmanları Fransız bir prensle stratejik bir evlilik yapması için onu teşvik ediyor. Aslında Elizabeth, en güvendiği sırdaşı da olan Leicester Kontu Robert Dudley'i (Jeremy Irons) seviyor ama, ne yazık ki Kont, kraliyet kanından değil. İspanya ile olası bir savaşın tehdidi ve kuzeni İskoçya Kraliçesi Mary'nin (Barbara Flynn) çevresindeki isyan potansiyeli ise daha da acil sorunlar. İngilizler, İspanyol armadasına karşı parlak bir başarı kazandığı sıralar, ölümün eşiğine gelen Robert'ın Elizabeth ile ilişkisi de Kont'un üvey oğlu Essex Kontu Robert Devereaux'a (Hugh Dancy) miras kalıyor. Elli küsur yaşındaki Kraliçe'den 30 yıl kadar genç olan Robert, onun gönlünü çalıyor. Bakire Kraliçe, danışmanlarının kaş çatmasına aldırmadan onunla açıkça flört ediyor. Elizabeth'in flörtçülüğü ve karizması, ona babası VIII. Henry ile annesi Anne Boleyn'den miras kalmış. Robert, zaman zaman sapıtsa da onu o kadar seviyor ki, kızgın kalmaya dayanamıyor. Yine de o, kaprisleri, ani öfkeleriyle tanınmış, kimi sorunları zalimce çözerek bunca yıl tahtta kalmayı başarmış olan I. Elizabeth, hiç belli olmaz! Kraliçe mağrur bir kadın. İktidarı, başkalarını kontrol etmeyi ve halkını seviyor. En büyük aşk bile, bunların yanında ikinci planda kalmaya mahkûm.
Viki'de yazılanlar ise şöyle; I. Elizabeth (
7 Eylül 1533?
24 Mart 1603)
İngiltere'nin
17 Kasım 1558 tarihinden ölüm tarihine kadar olan süre içerisindeki kraliçesiydi. Ayrıca
İrlanda'nın ve sembolik olarak da
Fransa'nın kraliçesi olarak kabul ediliyordu.
İngiltere'yi
16. yüzyıl boyunca yöneten Tudor hanedanının üyesi olan kral ve kraliçelerinin 5. ve en sonuncusuydu. Yaşamı boyunca hiç evlenmediği için Bakire Kraliçe adıyla da anılır. İngiliz kral ve kraliçeleri arasında en önemli rol oynayanlardan birisi olarak düşünülür.
Tahta Çıkmadan Önceki Yaşamı
I. Elizabeth
İngiltere'yi
Katolik kilisesinin etkisinden çıkararak Protestan yapan VIII. Henry'nin kızı olarak
7 Eylül 1533 tarihinde
Londra'da doğdu. Annesi VIII. Henry'nin 2. eşi olan Kraliçe Anne Boleyn idi. Kraliçe Anne erkek çocuk doğurmadı. Elizabeth henüz 3 yaşındayken annesi başka erkeklerle zina yaptığı gerekçesiyle kafası uçurularak idam edildi. Böylece Elizabeth de gayrimeşru evlat durumuna düşerek tahta çıkması imkansız hale geldi. Babası sonunda başka bir eşinden Edward isimli bir erkek evlat sahibi oldu ve ölmeden önce Elizabeth'in prensesliğini tekrar meşru hale getirdi. Babası ölünce bu üvey erkek kardeşi Edward 9 yaşındayken VI. Edward olarak tahta çıktı. VI. Edward 16 yaşında çocuksuz olarak ölünce, Elizabeth'in diğer üvey kardeşi I. Mary kraliçe oldu. I. Mary de çocuksuz öldü ve böylece Elizabeth
17 Kasım 1558 tarihinde 25 yaşındayken tahta çıktı. 45 sene hüküm sürdü ve
İngiltere'nin tarihine damgasını vurdu.
İlginç bir hayat ve ilginç bir dizi.Tavsiye ederim.
Neresindeyim
Çizdiğim sınırlar öyle geniş ki
Çizdiğim ben öyle derin
Hayellerim o kadar çok ki
Bunlar için çabam da yok ki
Bir yanda mutlu ben
Bir yanda çaresiz ben
Bir yanda çaresiz, sevgisiz, ümitsiz
Bir yanda gülen ben
Bir yanda boşlukta, hevessiz
Neresindeyim hayatın
Neresindeyim kadınlığın
Neresindeyim bu aşkın
Korkuyorum kendimden
Sebepsizim kendimce
Tepkisizim gidenlere
Çelişkim kendi içimde
Neresindeyim ben aslımın
Çizdiğim yollar öyle düzensiz ki
Bindiğim gemi bile yelkensiz
Hayellerim o kadar zor ki
Bunlar için zaman da yok
Kör Düğüm
Öyle uzak ki yerim
Uzakları aşıyor
Bütün özlediklerim
Benden ayrı yaşıyor
Ya herşeyim ya hiçim
Sorma dünya ne biçim
Bir kördüğüm ki içim
Çözdükçe dolanıyor
Geçen hafta bir alışveriş merkezinde, eski kasetleri gayet ucuz bir fiyata sattıklarını görünce, hemen hoşuma gidecek birşeyler var mıdır diye, sepeti karıştırmaya başladım.Bu devirde kaset almak out olsa da, arabamda kasetçalar olduğu için, ikisi Aslı'nın,biri Ajda Pekkan'ın diğeri de Pamela'nın olmak üzere dört tane seçiverdim:)
Aslı'nın bu iki albümünde çok güzel şarkılar var ve 'Kördüğüm' adlı şarkı hariç ,sözlerin hepsi kendine ait.Kimi çok duygusal kimi ise İronik'te olduğu gibi hiciv dolu.
Yine her iki albümünde de müziklerin çoğu kendine ait.'Neresindeyim' adlı albüm 2000'de, 'Su Gibi' adlı albüm ise 2004 yılına ait.Biliyorum, ikisi de yeni albümler değiller ve çoğu kişi Aslı'yı zaten tanıyor ama onu başarılı bir müzisyen olarak gördüğüm için ona blogumda yer vermek istedim.Devamı
burda!
GİDEMEM Bazen daha fazladır her şey
Bir eşikten atlar insan
Yüzüne bakmak istemez yaşamın
O kadar azalmıştır anlam
O zaman git hemen radyoyu aç, bir şarkı tut
Ya da bir kitap oku mutlaka iyi geliyor
Ya da balkona çık, bağır bağırabildiğin kadar
Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor
Ama fazla da üzülme, hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor, hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor
Bir şiirden, bir sözden,
Bir melodiden, bir filmden
Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
Bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor
Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem
Unutamam, acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir
EKSİK ŞİİRLERİN YOLCULUĞU
Sezen Aksu'nun 1975-2006 arasında yazdığı 400'ün üzerindeki şarkı sözünden seçilen 197'si 'Eksik Şiir' kitabında bir araya getirildi.Metis Yayınları'ndan çıkan 'Eksik Şiir' kitapçılara dağıtıldı. Aksu'nun kitabı ilk basımda 30 bin adet basıldı. Ülkemizde en ünlü şairlerin kitapları bile birkaç bin basılırken, Sezen Aksu'nun 'Eksik Şiir'lerinde oldukça iddialı olduğu söylenebilir.
Gece saat 23.30 civarı, apartman girişinde karşılaşıyoruz onunla. Siyah bere, siyah deri mont ve siyah pantalonuyla dikkatimi çekiyor. O önde,ben arkada içeri giriyoruz, kapıyı tuttuğu için teşekkür ediyorum, asansöre binerken ben öndeyim.1 2.kata basıyorum, o ise 11'e...11.Kata kadar olan yolculuğumuz başlıyor...''Siz de benim gibi bıktımız mı bu yoldan?''diyor. Anlıyorum, evin şehirdışında olmasından dolayı,bu cümleyi sarfettiğini. Yüzüne bakıyorum. Genç biri, soluk bir cilt, kaşlar ve berenin örtemediği kafada saçlar yok. Göz kapakları ödemli.İçimden muhtemelen kemoterapi almış diye geçiriyorum. ''Evet,haklısınız çok uzak ''diye karşılık veriyorum. ''Birbuçuk saat sürüyor yol''diyor, sonra da ekliyor ''Hesapladım, ayda 6 günüm yollarda geçiyor, çok fazla bir zaman''diyor, ben de onu onaylarcasına başımı sallıyorum. 11.Kata varıyoruz, o iniyor ve birbirimize ''iyi geceler''diyoruz.
Kısacık zamanda, kısacık süren bir sohbet ama ardından gelen yoğun düşünceler...Zamanı iyi kullanmak, sağlıklı olmak, kanser, kaybettiklerim ve hatırladıklarım-Halam, büyükbabam, arkadaşım Hakan, hastalarım Serkan ,Hale Hanım-ve hatırlayamadıklarım...
Hakan'ı (02.02.1970-27.11.1999) kaybedeli 7 yıl olmuş.O ki,hastalığının son dönemlerinde bile yaşama sevincini ve isteğini kaybetmedi, her zaman güçlü oldu. Herşeye rağmen ''Yaşamak çok güzel''deyişi hala aklımda...
...
Sonunda benim de başıma geldi. Kaç yıldır telefon kullanıyorum ama ilk kez, çarşamba günü cep telefonumu kaybettim. Telefonumun yanımda olmadığını farkettiğim anda, numaramı diğer telefondan defalarca aradım ama cevaplayan olmadı. Öğleye doğru kaybettiğim telefonun numarasından aranıldığımı gördüm ama bu kez tekrar aradığımda telefona ulaşılamıyordu. Demekki telefonum başkasının elindeydi.Bunun üzerine yaklaşık üç saat sonra hattımı geçici olarak kapattım. Aynı günün akşamı gidip,bir şubeden yedek sim kartımı aldım ve yine aynı numarayı kullanıyorum. Bundan sonra ne yapabilirdim? Bari,telefonumu alan kişi, ondan istifade edemesin diye ertesi gün, savcılığa başvurdum. Benim amacım IM numarası sayesinde telefonu kapatmaktı. Ancak,savcı beyden telefonumun bulunması için de dilekçe verebileceğimi öğrenince, o doğrultuda birşeyler yazdım. Dilekçeye faturamı ve IM numarasını da ekledik. Bundan sonra,savcılık GSM operatörüne başvurup,telefona benim sim kartımdan sonra takılan kart-lar- aracılığıyla,telefonumu kullananlara ulaşabilecek. Bakalım ne zaman neticelenecek?
Bundan sonra ne yapmalı?
- İki ayrı hat ve iki ayrı telefonum var olmasına rağmen,tembellik edip rehberimi yedeklememiştim.Rehberimi yedeklemeliyim:)
- Satın aldığım ürünlerin faturalarını saklamaya devam etmeliyim:)
- İşim çok,çok dalgınım son günlerde vs bahanelerine son vermeliyim:)
- ...
Milliyet Gazetesi'nde bugün çıkan haber;
Atatürk bugün ne yapmıştı?
Türkçe ve İngilizce hazırlanan ''
http://www.ataturktoday.com/" adlı internet sitesi, anasayfada yayınladığı takvimle kullanıcılarına Mustafa Kemal Atatürk'ün gün gün ne yaptığını görme fırsatı veriyor. Takvimdeki herhangi bir günü tıklayan kullanıcılar, Atatürk'ün o gün için belgelenmiş tüm bilgilerine ulaşıyor. İnternette Atatürk'e özel ?tarihte bugün" sayfası yayınlandı. Atatürk'ün yüzlerce fotoğrafını ve neler yaptığıyla ilgili arşiv kayıtlarını barındıran site, açılış sayfasında İngilizce ''Türkiye'nin yakın tarihi ve Mustafa Kemal'in başarı ve yaşam arşivi'' başlığı altında yılın tüm günlerini kapsayan bir takvim yayınladı.''Takvimden bir gün seçiniz ve tıklayınız''diyerek kullanıcıları yönlendiren site, yerli ve yabancı kaynaklardan derlenerek oluşturulmuş fotoğraflar ve bilgilerle Ata'nın gün gün ne yaptığına yer verdi. Sitedeki bilgilere göre, Atatürk 23 Kasım'da Sivas Kongresi'nin ardından Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay'la bir değerlendirme toplantısı yaptı. Yararlandığı kaynakları da listeleyen sitede tarihte bugün takviminin yanı sıra Kurtuluş Savaşı kronolojisi, Çanakkale Savaşı fotoğraf albümü, Atatürk'ün sözleri gibi bölümler de kullanıldı.
Dün akşam, hangi filme ve hangi sinemaya gideceğimize karar vermeden çıktık evden. 'Bilkent'e gidelim, bakalım orada ne varmış'diyen bendim ama
Timur'u oradaki filmler açmadı. Bu sefer, Armada'ya geçelim dedik. Baktık '
Babil' vizyonda. Ama ikimizde film hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Film,hem geç başlıyor ve nerdeyse 2,5 saat sürdüğünü duyunca önce tereddüt ettik ama vazgeçmedik.
Yönetmeni Alejandro Gonzales İnarritu.Kalabalık bir oyuncu kadrosu var. Brat Pitt ve Cate Blanchett dışındakileri tanımıyorum.Çoğu,amatör oyuncu olsa gerek. Yine de, rollerinin hakkını çok iyi veriyorlar. Zaten,filmde başrol oyuncusu da yok. Film,4 farklı ülkede(Fas,Japonya,Meksika ve ABD) geçiyor.Crash(Çarpışma)'da olduğu gibi, kişiler ve olaylar arasındaki bağlantıyı, yavaş yavaş kuruyorsunuz. Abartıdan uzak, gerçekçi bir film. Filmin uzunluğu ise kesinlikle handikap değil, sıkılmadan izledik ve pişman olmadık. Sinemaseverlere tavsiye ederim.
Film hakkında ayrıntılı bilgi için
sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Son on yıldır bayram demek, nöbet demek olduğu için, ne anlama geldiğini unutmuştum. İlk kez bu yıl, bayram süresince evdeyim. Bu yılda, aile fertleri tarafından, Ramazan ayı boyunca oruçlar tutuldu. Kuş sütü eksik iftar sofraları hazırlandı, yine anneciğim tarafından sahura hamur işleri yapıldı. Ramazan'ın son haftası ise evde temizlik telaşı...Yine annem başrolde. Halılar yıkamaya verildi,ev silinip süpürüldü. Benim anneme hiç katkım yok, hatta taşınma telaşından zararım bile var, odam hala dağınık, eşyalar toplanıyor, son bir gayret.
Bayram gelir de yemeksiz, tatlısız, sarmasız olur mu? Her ne kadar bu yıl yapmayacağım dese de annem, yine baklavalar açtı, tatlı yemekten içi bayılan misafirlere ikram amaçlı zeytinyağlı sarmalar sardı, uzaktan gelenler için de yemekler hazırladı.
Sabah bayram namazı sonrası,babam ve annemle bayramlaşıp,bir aydır yapmadığımız kahvaltımızı yaptık. Ardından,üst kat komşunun çocukları geldiler, geçen bayramda olduğu gibi erkenden.Hemen buyur edip,şekerlerini ve harçlıklarını verdik. Sonra,yeğenim, apartman arkadaşlarını toplamış geldi. Onlara da aynı ilgi. Eskiden,kapı kapı ne çok çocuk gezerdi ve onlar için, dolu dolu şeker, çikolata alırdık. Şimdilerde bayram gezmesine çıkan çocuklara hasretiz. Nerde bu çocuklar?
Hatırlıyorum da,sene 1979-80,Van Çatak'ta bir bayram günü. Her yer rengarenk giyinmiş, ellerinde torbalar şeker toplamaya çıkmış çocuk kaynıyor. O gün fotograf gibi hafızamda.
Arzu'nun blogunu okurken aklıma geldi. Eski bayramlarda,çocuklara harçlıkların yanısıra mendilde verilirdi. Şimdi ki çocuklar bilirler mi acaba kimi zaman kenarı oyalı,kimi zaman desenli mendilleri. Geçen gün,eşyalarımı toparlarken,annemin sandığından çıktı birkaç mendil, saklamış annem,çokta iyi etmiş:)
Bu bayram evdeyim, sizleri de beklerim.İyi bayramlar!
Kimileri, duygularını ve düşüncelerini yazıya çok güzel dökerler.Ben onlardan değilim.
Anatolia'da,1 Eylül'de gittiğim Sezen Aksu ve Hepsi konserini nasıl anlatacağımı bilemediğimden olsa gerek, bir haftayı aşkın süredir yazamadım.
Belki, yeniyetme gençler kızacak ama Hepsi, Sezen Aksu'nun yanında çerez gibiydi:) Konsere onlar başladı,playback şarkılarını danslarla süslediler. Ardından,Sarı Odalar'ı seslendirerek, Sezen aldı sahneyi. Konserinin ilk bölümünde,çiçekli desenli,açık renkli bir elbise, ikinci bölümde ise bu kez siyah zarif bir elbise giymişti. Makyajı da çok güzeldi.Geçirdiği rahatsızlıklardan eser yoktu. Neleri seslendirdi derseniz, Lale Devri, Sitem, İkili Delilik, Ah İstanbul, eski şarkılarından bir potpuri...ilk aklıma gelenler. Beraber yaptıkları şarkıları seslendirirken, Onno'ya da selam göndermeyi ihmal etmedi..Vokalistleri Nurcan ve Cihan'da birer parça söylediler. Sezen'in esprileri,yine çok hoştu. Bu yazın, populer parçası Çakkıdı ile bitirdi, üç nesilin bir arada izlediği konserini. Ah keşke şunu da söylese, diye içimizden geçirdiğimiz ne çok şarkısı olduğunu düşündüm bir an. Onu, beğenenler olduğu gibi beğenmeyenlerde olabilir ama eminim,onlarında hayatında yer etmiş, bir şarkısı veya bir sözü mutlaka vardır diye düşünüyorum.Bence her haliyle, güzel ve özel bir kadın-sanatçı-
Umarım,onu ve onun keşfettiği müzisyenleri(konserinde kendini müzisyen olarak tarifledi) uzun yıllar boyunca dinleriz. Ağzına ve yüreğine sağlık Minik Serçe...
Bu karikatürü ilk gördüğümde de çok sevmiştim.Bugün yine karşıma çıktı.Ben de bloga ekledim.
Bugün okuduğum'Ülser ve Reflü İnsandan Hayvana Geçti'başlıklı haber ilgimi geçti ve blogumda yer vereyim istedim:)
İşte okuduğum haber....
Kuş gribi, AIDS, Ebola ve sıtma gibi hayvanlardan insanlara geçen virüsler bir yana, insanlar da hayvanlara virüs bulaştırabiliyor. Örneğin, ülser ve mide kanseri nedeni Helicobacter pylori bakterisi. Ancak insan ve kedigillerde görülen ülserin aynı helicobacter pylori bakterisinden kaynaklandığı kanıtlandı. Bilim insanları, bu tesadüfü mercek altına aldı.
Bilim insanları, Helicobacter pylori bakterisinin bir şekilde insandan hayvana veya hayvan insana bulaşmış olabileceği varsayımıyla yola çıktı; zira farklı Helicobacter acinonychis türlerinde gen fragmantasyonlarının (parçalanma) özdeş. Kimin kime bulaştırdığını belirlemek için araştırmacılar, kedigiller ve insanda görülen helicobacter pylori genomlarını kıyasladı. Araştırmada, kedigillerdeki görülen Helicobacter türünde birçok hareketsiz, kırılmış ve etkisiz gene rastlanıken, insanlardaki helicobacter pylori?nin ise gayet faal durumda olduğu gözlemlendi.
İNSANI YİYEN KEDİGİL, BAKTERİYİ KAPTI
Araştırmayı yürüten Almanya?nın önde gelen kurumlarından Max-Planck Institute uzmanı Mark Achtman, genetik karşılaştırmada bakterinin bulaşma yönünün insandan hayvana şeklinde olduğunu düşünüyor. Araştırmacılar, bakterinin insandan hayvana geçişinin bir hayvanın bir insanı yemesi sonucu olduğunu vurguluyor.
İnsanlar ve kedigillerde görülen Helicobacter genomlardaki benzerlikten, araştırmacılar bakterinin insandan hayvana 200 bin yıl önce bulaştığını belirledi. İlk kedigile virüsün bulaşmasından sonra, kedigillerin birbirlerini yemesi veya aralarında yapılan kavgalar sonucunda bakterinin tüm kedi türlerine yayıldığı tahmin ediliyor.Helicobacter pylori bakterisinin farklı türevleri bir takım maymun türlerinde de etkili oluyor. Ancak bunlarla insan ve kedigillerdeki türevler arasında bir yakınlık bulunmuyor.
Kaynak: Araştırma PLoS Genetics dergisinde yayımlanmıştır.
Cnbc-e dizilerini severek izlerim. Ally Mc Beal, Without A Trace, X-Files, Gilmore Girls ve tabi ki Desperate Housewives aklıma ilk gelenler.
Cold Case ise bu sezonda devam eden,takip ettiğim nadir dizilerden. Cuma akşamları,saat 21.00'de yayınlanıyor. Dizinin yapımcısı, CSI serisinin ve Without A Trace'in de yapımcısı olan Jerry Bruckheimer.
Yıllar önce çözümlenemeyip rafa kalkmış davalar, 2000'li yıllarda bir vesile ile yine gündeme geliyor ve Lilly Rush(Kathryn Morris) ile ekibi, biz izleyenlere geçmişe yolculuk yaptırarak, faile ve nedenine ulaşıyorlar.
Without A Trace kadar sürükleyici değil. Bunun bir sebebi de,olayların geçmişte kalması olabilir.Without A Trace'de ise Malone ve ekibi zamana karşı yarışıyorlardı.
CSI'den farklı olarakta teknolojiyi kullanmıyorlar.Bizim meslekte olduğu gibi, iyi bir anamnez ve kanıtlar arası bağlantı kuraraktan sonuca ulaşıyorlar.Bu durumda,insanın aklına bir soru takılmıyor değil. Yıllar önce,bu davalara bakan polis ve yargı, neden benzer yolu izlememiş diye, ister istemez düşünüyor insan:)
Bu dizinin en sevdiğim özelliklerinden biri-belki en önemlisi- müzikleri. Jenerik müziğini çok beğeniyorum. Ayrıca her bölümde,cinayetin işlendiği yıla ait olan, populer şarkılar çalınıyor. Bir de her bölümün çok iyi seçilmiş, farklı final jenerikleri oluyor ki, dizi bitmese diyorsunuz.
İzleyin bakalım beğenecek misiniz!
Bu da farklı bir kolaj! Bilgisayarımda masaüstünde,
National Geopraphic 'in takvimli resimlerini kullandığımdan beri,bu resimleri klasörlüyordum,sergilemek bugüne kısmetmiş.
Kolajın üzerine tıkladığınızda resimleri daha büyütebiliyorsunuz,doğanın tüm renklerini barındıran bu fotograflara hayran olmamak imkansız.
Hazır bu kadar lafın üzerine,siteye girin ve temmuz ayı için seçilen balerini görün derim.Bu arada içeriğine de göz gezdirirseniz eminim ilginizi çeken bir konu ya da yere rastlarsınız.
Yıldız'ın güzel kolajlarından özenip,deneye deneye kolaj yapmayı öğrendim.İlk kolajım tabi ki Çanakkale 2005 gezimden:))
Sonunda yabancı dil kursum bitti. Ekim ayına kadar haftasonlarım boş:) Bu arada birçok etkinliğe katıldım ama yazmaya fırsatım olmadı:(
Pembe Panter(eh işte),
Operadaki Hayalet (çok beğendim,hayalet rolündeki
Gerard Butler izlenmeye değerdi) ve
Da Vinci Şifresi (beğendim,kitabını okumadığım için karşılaştırma yapamayacağım)izlediğim filmler arasında...
23Nisan'da Beypazarı'na gezmeye gittik. Kurs arkadaşlarım çok beğendiler.Temmuz'da başka arkadaşlarla tekrar gideceğim.Umarım o gezinin ayrıntılarını yazabilirim.
Beypazarı'nı merak edenler burdan fikir edinebilirler.
Bu arada
FerhatGöçer'in Anatolia'daki konserine de gittim.Daha önce de iki kez dinlemiştim ama ilk kez konserini izledim ve çok beğendim.Hem repertuar hem de performans olarak harikaydı.Herkese tavsiye ederim.
En son olarak 22 Haziran'da
Jethro Tull'un kurucusu Ian Anderson'un BilkentOdeon'daki konserine gittim. Anderson'a, keman virtuozu Lucia Micarelli, Türkiye'nin dünyaca ünlü flüt sanatçısı Şefika Kutluer ve John O'Hara yönetimindeki Bilkent Gençlik Senfoni Orkestrası eşlik etti.Ian Anderson için söylenecek söz bulamıyorum, flüt canbazı belki de en uygunu:)
Lucia , 23 yaşında olmasına rağmen hem Ian Anderson'a eşlik etmede zorlanmadı hem de çok güzel sololar çaldı.
Şefika Kutluer, sadece ilk bölümde vardı, Schumann'ın Rüyasını seslendirdi ki harikaydi.
Kısaca bu kadar...Aslında hepsi ayrı ayrı yazılabilirdi ama üzerinden zaman geçince geriye dönüp yazmak zor oluyor.Umarım bundan sonra sıcağı sıcağına yazabilirim:)
İyi ki blog adresimiz uzun süre kullanılmayınca kapanmıyor:))
19 Mart sabahı dışarı çıktığımda (yanda görüldüğü üzere) arabam karla kaplıydı.Bugünse,yanına parkettiğim kayısı ağacının dallarında düşen çiçeklerle...Temizlemeye kıyamadım ve yol boyunca beyaz çiçekleri savurarak ilerledim:)
Hergün erken kalkmak ne zormuş.Haftaiçi hastaneye,haftasonu yabancı dil kursuna gidiyorum.Bu arada araya alışverişi,günlük işleri,eş dost ziyaretini,sinemayı,konseri sıkıştırmaya çalışıyorum.Evde oturmak büyük bir keyif artık.
Eskiden daha çok boş vaktim vardı ama düzensizdi hayatım.Nöbet tutmanın en iyi tarafı,nöbetler arası boşlukta şehirdışına kaçmak...Bir çok tatilimi bu şekilde yaptım.
Bazen insan, hayatının tekdüzeliğinden sıkılıyor.Ne kadar yorucu da olsa yeni bir iş,yeni bir çevre yeniliyor insanı.Anlaşıldığı üzere 'tebdili mekanda hayır vardır' durumundayım şu an:)
Kaç kişiye bir yılda üç doğumgünü nasip olmuştur bilmiyorum ama bana her yıl nasip oluyor.İlki 21 Şubat,kredi kartlarımdan biri yanlış bilgi almış:)) İkincisi;23 Şubat, asıl doğum tarihim ve benim için önemli olan gün.Üçüncüsü,yani 23 Mart ise,nüfus memurunun azizliği sonucu cüzdanımdaki tarih.Dolayısıyla bir banka 21 Şubat'ta mesaj veya mail yollar,ailem,eşim dostum 23 Şubat'ta arar,kutlama yapılır.23 Mart'ta ise bankalar mesaj yollar.Bu yıl Turkcell, 50 bedava mesaj hakkı vermiş,ben de sonuna kadar kullandım:)
Normalde kutlamaları sevmem ama bu yıl kutlama bolluğu da yaşadım.Gerçek doğumgünüm olan 23 Şubat'ı ailemle geçirdim bu yıl,10 yaşındaki yeğenim Ecem, bana sürpriz parti hazırladı,ışıklar söndürüldü,mumlar üflendi,dilekler,alkışlar...
İki gün sonra,bir arkadaşımın evinde toplanmıştık,
Timur'da pasta alıp gelince ve millete iki gün önceki doğumgünümü hatırlatınca,yine dilekler tutuldu,mumlar üflendi,pasta kesildi. Gelelim bugüne... Sabah banka mesajlarına ek olarak,kurs arkadaşım Gülden,incelik yapmış ve doğumgünü mesajı çekmiş.Sabah HÜTF'de ve öğle arası AÜ Cebeci Tıp Fak.Hastanesi'nde ders vardı.Ders bitimi soluğu Cebeci'de Aşiyan Pastanesi'nde aldık. Geçen hafta oradan aldığımız pastayı beğenmemizin yanında, sunulan ikramlarda bizi şaşırmıştı.Pastamızı seçerken üç kişi olmamıza rağmen sahlep yanısıra tatlılardan,tuzlulardan gözümüze takılan herşeyi sunmuşlardı.
Bugün de öyle oldu ama biz sadece bir tatlıyı denemekle yetindik.Sonra da herkes yemek istediği pastasını seçti;ben frambuazlıyı,Gülden çikolatalı muzluyu,İlkay kestaneliyi tercih etti.Karşı koymama rağmen,benim pastamın üzerine mum koyduruldu,yine dilekler,mum üflemeler,tebrikler...
Başta da dediğim gibi, doğumgünü kutlamalarını sevmesem de(bir yaşın daha nasıl geçtiğini anlayamamak,kaçırılan fırsatlara hayıflanmak en önemli sebepleridir...) hatırlanmak,iyi temennilerin iletilmesi,sevdiğin insanlarla beraber olmak için bir fırsat yaratması hoş yanları bence:)
Nice Mutlu Yıllara!
Aşağıdaki yazı bir arkadaşımdan mail olarak geldi,çok hoşuma gitti ve blogumda yer verdim.
*DÜSÜNÜN...........**PARADIGMA DEGISTIRMEK ZOR DEGIL...*
"....Önemli bir toplantida cep telefonuyla bagira bagira konusan bir kisi garibinize gidiyorsa, paradigmanizi degistirmeden onu degerlendirdiginiz için, siz yaniliyorsunuzdur. Örnegin trende giderken, bir baba, 3 evladiyla oturup, sürekli aglayan çocuklarina hiç, susun, demeden yolculuga devam ettiginde; siz ona ne gamsiz adam, diyebilirsiniz. Ama sorsaniz, onlar hastaneden geliyorlardir ve bir saat önce çocuklarin anneleri ölmüstür ve eve dönüyorlardir. Prof.Covey in konusmasini dinlemeye gelen annesi, arka sirada oturan 2 kisinin toplanti boyunca sürekli konustuklarini görerek, çok öfkelenmis ve oglumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüs. Yemek molasinda ogluna,sunlarin kafasina çantami indiresim geliyor,demis.Oglu, anne o adam Finlandiyali, burada smultane tercüme yok, mecburen tercümani yanina oturttuk, demis.
Havaalaninda aktarma yapmak isteyen yasli bir hanim, uçaginin 2 saat gecikmeli oldugunu ögrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmis. Yanindaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu birakarak, okumaya dalmis. Bir ara bakmis ki,yanindaki koltuga oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açiyor ve de yemeye basliyor. Kurabiyelerin kendisine ait oldugunu hissettirmek isteyen kadin, adama dik dik bakmis. Hatta cani o an istemedigi halde,kutudan bir kurabiyeyi agzina atmis. Herhalde kurabiyelerin sahibinin kim oldugunu artik anlamistir diye düsünürken, adam bir tane daha agzina atmaz mi?Hemen kadin da bir tane daha atmis ve bir yarisma baslamis; adam birtane,kadin bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmis, adam onu hizlica kaparak ortadan bölmüs ve gülerek kadina ikram etmis. O sirada,kadinin uçaginin alana indigi anonsu duyulmus ve islemler için kadin bankoya gitmis. Pasaportunu çikartmak için çantasini açtiginda, ne görsün;KENDI KURABIYE PAKETI, HIÇ AÇILMAMIS OLARAK ÇANTASINDA DURMUYOR MU !MEGER,ADAMIN KURABIYESINI YIYORMUS.
Baskalarinin düsünce ve davranislari hakkinda hüküm verirken, elimizdeki veriler çogu zaman yeterli olmuyor. Davranislarin nedenini bilmeden çok yanlis yargilara varabiliyoruz.Covey bu örnekleri ; ayni enformasyona farkli bakis, bizim davranislarimizi belirler, diye özetliyor.
Buradan yola çikarak çözemedigimiz sorunlariçin, paradigma (zihin haritasi) degistirmenin geregini vurguluyor.Einstein'in bir sözünü animsatiyor :Karsilastiginiz sorunlari, o sorunlari yarattiginiz düsünce düzlemindekalarak çözemezsiniz.
Çogumuzun zaman zaman yaptigi gibi, "sorunlarin içinde kaybolmak" yerine,paradigma degistirmeyi basarip, sorunlara farkli biçimde yaklasabilenler, o sorunu asma sansini da yakaliyorlar. Zaten sorunlarimizi dostlarimizla paylasmamizin nedenlerinden biri de, farkli bir bakisin, bize farkli davranabilme kapisi aralama ihtimali degil midir?Çözümsüz gibi gördügünüz sorunlar konusunda paradigma degistirmenin önemi vardir.Aslinda hayatimizi, basarimizi, mutlulugumuzu belirleyen bizim kendi davranislarimizdir. Basimiza gelen herseyle onlara verdigimiz tepki ve yanit arasinda genis bir hareket alani vardir......."